4 Mayıs 2013 Cumartesi

Toplumsal olay polisliği, mekansal denetim ve İstanbul’da 1 Mayıs


İstanbul’da 1 Mayıs’ların bol dumanlı, tazyikli, biberli tarihine bir yenisi daha eklendi. Emek sömürüsünden, sendikal hak ihlallerinden belki de en çok bahsetmemiz gerektiği bir günde Taksim yasağı, sıkıyönetim uygulamalarını hatırlatan tedbirler ve bunlara direnen gruplara karşı polisin güç gösterisini konuşuyoruz. Diyarbakır’da, Adana’da, İzmir’de, Ankara’da, Mersin’de mitinglerde neler söylendi, bildirilerde neler okundu haberimiz bile yok. Birçoğumuzun haklı tepkisi sosyal medya duvarlarına misliyle yansımış durumda. Peki şapkayı önümüze koyup düşünmek gerekirse İstanbul’daki olağanüstü hali nasıl değerlendirmeli? Bunu kentte 2007 ve 2008’de yaşananlarla nasıl karşılaştırmalı? Ben bu yazıda öncelikle toplumsal olay polisliğinin günümüzde önemli bir unsuru olan mekansal denetimi ve bunun nasıl bir siyasi anlatı üzerine bina edildiğini tartışacağım. Akabinde, Taksim Meydanı gerginliği özelinde İstanbul’da yaşananları değerlendireceğim.



İster otoriter ister demokratik rejimde olsun, iktidarlar toplumsal muhalefetin siyaset erkine başkaldırmasından, hele ki bu başkaldırının kitleselleşmesinden hoşlanmazlar. Otoriter rejimlerde iktidarin insan hakları, meşruiyet ve hesap verebilirlik gibi bağlayıcı kaygıları olmadıgı için protesto eylemlerine yönelik demir yumruk siyaseti izlenmesi yaygındır. Hatta çoğu zaman bu işi yeteri kadar ceberrut olamayan polis güçleri yerine askeri birlikler üstlenir. Demokrasilerde ise iktidarlar protesto eylemlerini çoğulculuğun ve katılımcılığın bir gereği olarak kolaylaştırmak ve korumakla yükümlü olduğu halde gösterileri bastırmak yerine “kontrol altında tutmaya” çalışır. Bununla birlikte demokrasilerin de zaman zaman nasıl otoriterleşebildiği ve protestolarin kontrol edilmekten öte nasıl bastırıldığı herkesin malumu.
Mekansal denetim bugün toplumsal olay polisliğine içkin “önleyici” kontrol mantığının en bilinen yöntemlerinden sayılabilir. Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999’da Seattle’daki zirvesi güvenlikçi hesapları altüst eden kitlesel eylemlerin ardından literatüre “Seattle muharebesi” diye geçmiş ve sonraki yıllarda toplantılar için gözden ırak, aktivistlerin kolaylıkla ulaşamayacağı yerler seçilmişti. Bunun ötesinde pek çok ülkede IMF, NATO zirvesi ya da devlet başkanları toplantıları çerçevesinde hayata geçirilen olaganüstü hal tedbirleri ve kamu harcamaları konusunda eli cebine gitmeyen hükümetlerin kesenin ağzını cömertçe açarak yaptıkları milyonlarca dolarlık güvenlik harcamaları mekansal denetime dayalı kamu düzeni anlayışının arkasında nasıl bir siyasi hikaye olduğunu anlatır bize. Ülkeye ve şehre giriş-çıkışlarda had safhaya çıkarılan güvenlik taramaları, aktivistlerin sınırdan geri çevrilmesi, şehir içinde belli muhitlere erişimin engellenmesi, birtakım kurum ve kuruluşların çevresinin yasak bölge ilan edilmesi, toplu taşımanın seyrine sınırlamaların getirilmesi, planlanan eylemden birkaç gün öncesinde gerçekleştirilen ev baskınları, gözaltılar vesaire protesto gösterilerini vuku dahi bulmadan kontrol altına almayı amaçlayan bir dizi önlemden sadece birkaçı aslında. Hiç şüphesiz bu önlemlerin zaman zaman hukuk devleti normlarını zorladığı, hatta geçici olarak askıya aldığı su götürmez bir gerçek. Açıkçası bu kontrol ve etkisizleştirme siyaseti bugün liberal demokrasilerin “tehlikeli” kitlesel eylemler karşısında fiziksel temasa yer bırakmamak suretiyle kamu düzenini korumaya yönelik benimsediği en etkili çözümlerden biri. Alınan tedbirlere ve getirilen kısıtlamalara kamuoyu nezdinde meşruiyet kazandırmak için “marjinal gruplar”, “illegal örgütler” veya “terörizm tehdidi” gibi izahatleri ise artık hepimiz ezberledik.
Ne var ki tüm bu güvenlik tedbirleri belki hayatında ilk kez bir protesto eylemine katılmaya niyetlenmiş olanları caydırabilir ama gösterici grupları daha da bileyen bir işlev görür genellikle. Gerçekleşen eylemlerin sonucunda bizler de bir ülkede polis güçlerinin nasıl eğitildikleri, ne tür müdahale ilkelerine göre hareket ettikleri, ne denli çeşitli ve gelişmiş teçhizat ve mühimmata sahip oldukları ve bunlar için hangi meblağlarda harcama yapıldığı hakkında az çok bilgi sahibi oluyoruz. Örneğin İspanya’daki ekonomik kriz protestolarında biber gazı ve gaz bombalarından ziyade polis coplarının yaşlı-genç ayırmaksızın insanların yüzlerine nasıl indiğine tanık oluyoruz. Roma’da 15 Ekim 2011 tarihinde küresel eylem günü adına düzenlenen gösterilerde 300 bin barışçıl göstericiyi meclis binasından uzak tutmak için binbir türlü takla atan İtalyan polisini savunan İçişleri Bakanı’nın bir avuç göstericiye atfen “şehir teröristleri” suçlaması hala akıllarda. Yanıbaşımız Yunanistan’da bir anlamda gelecekleri ellerinden alınmış yüzbinlerin kemer sıkma politikalarına dair isyanına polisin tepkisi İstanbul’daki 1 Mayıs manzaralarını aratmayacak nitelikte. (Bununla ilgili daha iyi bir izlenim edinmek için "Utopia on the Horizon" adlı Youtube’da yer alan belgeseli izlemekte fayda var). Üstelik krizi fırsat bilip ülkedeki göçmenlere karşı herkesin gözü önünde şiddet uygulamayı görev edinmiş Altın Şafak destekçileriyle polisin zaman zaman birlikte hareket ettiğini video kayıtlarında izlemek mümkün. Özetle, ana akım siyasetin beslediği toplumsal ve ekonomik mağduriyetlere isyan edip uslu çocuk olmayı reddedenlere karşı “demokrasilerin” de nasıl güç kullandığını tarih günbegün not ediyor. 
Türkiye özelinde konuşacak olursak, bugün işçi ölümlerini toplumsal gerçekliğin marjinal bir görünümü olarak sunan anlatıyla bu gerçekliğe itiraz eden ama bu itirazını uysal bir kalıba sığdırmayan kesimleri marjinalleştiren aklın birbirinin aynadaki yansıması olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Benzer şekilde; kentsel hayatın AVM’lerle donatılmasını, yeşil alanların talan edilip yerlerine ne idüğü belirsiz gökdelenlerin, uçsuz bucaksız sitelerin inşasını, kültürel mirasın paha biçilmez eserlerinin tüketim kültürüne göz göre göre kurban edilmesini ekonomik büyüme üzerinden konuşup sebep oldukarı geri döndürülmesi güç kentsel ve çevresel tahribatı marjinalleştirmeye çalışan akıl ile protesto eylemlerindeki grupların marjinal eğilimlerini diline pelesenk etmiş akıl aynı tornadan çıkmış gibi görünüyor.
Peki biraz da provokatif olmak gerekirse, 1 Mayıs’ta Türkiye’deki yüzde 9 sendikalaşma oranını, işçi ölümlerini, taşeronlaşmayı, güvencesiz çalışma koşullarını, sendikalı oldukları için işten çıkarılanları, ödenmeyen fazla mesai ücretlerini, işsizliği ve daha nice meseleyi konuşamıyorsak bunun yegane müsebbibi sendikalara Taksim Meydanı’nı göstermemeye yeminli olduğuna kanaat getirdiğimiz, eylemcilere karşı güç kullanmaktan başka derdi olmadığını varsaydığımız İstanbul Valisi, Emniyet Müdürü ve emirlerindeki güvenlik güçleri mi? İstanbul’daki mülki idare ve emniyet mensupları demokrasiden, insan haklarından nasibini almamışsa Ankara, Diyarbakır ve savaş alanına dönmeyen diğer illerin yöneticileri demokrasi neferi mi? Hiç kuşkusuz Türkiye’de polisin güç kullanma kapasitesinin ve araçlarının bu “göz kamaştırıcı” gelişimini ve bunun sokaktaki sonuçlarını, personel düzeyinde dünyanın son 15-20 yılda en hızlı büyüyen polis teşkilatlarından birine sahip olduğumuz gerçeğini konuşmalı ve sorgulamalıyız. Ancak toplumsal olay polisliğinin eylemcilere eziyet çektirmekten başka bir amaca hizmet etmeyen bir baskı aracından ibaret olduğu varsayımından  hareket edersek ne birini ne de ötekini konuşmaya fırsat bulamayız. Yakın geçmişte nice mitinglere, gösterilere tanıklık etmiş Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs’lara kapanması sorgusuz sualsiz siyasi bir karardı. Tam da yazının başında bahsettiğim mekansal denetim ve etkisizleştirme siyasetinin apaçık bir örneğiydi. Bunu deneyimli güvenlik şube ve çevik kuvvet amirleri de kabul ediyor. Son birkaç senenin Taksim’de kutlanan 1 Mayıs’ları geçmişteki yasakçı zihniyetin ne kadar temelsiz olduğunu fazlasıyla gösterdi. Fakat bugün Taksim’in müdavimi olan, meydandan defalarca geçmiş her aklı selim, muhtemelen şehir planlamasının en mükemmel (!) örneklerinden birini ortaya çıkaracak şantiyenin meydanı ne hale getirdiğini görebilir. Eğer toplumsal olay polisliği göstericinin güvenliğini sağlamakla yükümlüyse devasa bir şantiye alanının yanıbaşında onbinlerce insanın toplanmasındaki fiziki risklerin makullüğünü ileri süren idareci yaklaşımdan baskıcı, faşizan bir yönetim anlayışı çıkarmak biraz tuhaf değil mi? Bu tuhaflık elbet gaz bombalarının, havalarda uçuşan fişeklerin onlarca insanı hastanelik etmesini, hatta hayatlarını riske atmasını affettirmez. Tıpkı polisin kullandığı gayrimeşru şiddetin eyleme demir bilye ve sapanlarla gelinmesini meşru kılmadığı gibi. Eğer geçtiğimiz Çarşamba günü Kadıköy’de ya da Kazlıçeşme’de yüzbinler toplanmış olsa ve (belki fazla iyimser bir tahminle) biz bugün Türkiye’de ve dünyada emek siyasetini, emekçilerin sorunlarını ve koşullarını tartışıyor olsaydık muzaffer edasıyla kıs kıs gülen faşizan bir yönetime boyun mu eğmiş olacaktık?
İktidarların toplumsal muhalefet biçimlerini kontrol etme ve etkisizleştirme çabalarına karşı uyanık ve tepkisel olmak gerekliliğini tartışmanın dahi lüzumu yok. Fakat makul olan karşısında ikna olmayı biat etmek olarak kabul edeceksek kendi makulümüzü başkalarına nasıl anlatacağız?

Hiç yorum yok: