13 Ağustos 2011 Cumartesi

Mekanikleşen İletişim ve Homo Narrator


Hepimizin anlatacak hikayesi var… peki ya dinleyecek ve yorumlayacak kimsesi? İşte bu yazıya konu olan problem, tek cümlede bu şekilde özetlenebilir... Bu makalede hikaye anlatımının yapıcı ve düzeni olumlayıcı olduğu kadar düzeni yıkıcı ve ideolojilere yaklaşımında yapıbozumcu yanlarına dikkat çekmeyi amaçlıyorum. Bu yönüyle makale, kimi zaman karamsar sayılabilecek analizlere yer veriyor, fakat asıl amacım, bu karamsarlığın içerisinde insanların sahip olduğu başlıca silahlar olan (dile dayalı) iletişim ve hayalgücü üzerinden kaçış yollarının hala mümkün olduğunu gösterebilmek. Sorunsallaştırdığım temel öge yalnızlık veya yabancılaşma ise eğer, ki bunu varoluşsal bir yalnızlık ve insanın kendine yabancılaşması olarak ele alabiliriz, bizi bu post-modern addedilen çağda yalnızlaştıran, benliğimizden uzaklaştıran, yaratıcılığımızı kısıtlayan ve iletişim kanallarımızı tıkayan kir ve pası hep birlikte çözümlemek eğilimindeyim. Hep birlikte, çünkü temel edindiğim egzersizin, tek sesli ve monoton bir şekilde değil de, diyalojik, yani farklı ses ve yorumlara kulak kabartarak ve bu ses ve yorumları mümkünse sizlere anlatır gibi yazıya aktararak biraz olsun başarıya ulaşabileceği inancı ile yola çıkıyorum. Bu yazıyı teorik bir tabana oturtmak istersek eğer, bir nevi Mikhail Bakhtin’in yolundan amatörce gidiyorum diyelim.
Biz kimiz? “Homo who?”

Şikago Üniversitesi’nde sözlü anlatım-masallar dersini veren Ordinaryus Profesör James W. Fernandez, 25 öğrencisinin önünde dönemin ilk dersine bu soruyu sorarak başlıyordu.
Homo sapiens neandarthalensis, homo sapiens sapiens… Evrimin zincirinde değişen insan. Ya da, homo faber, sahip olduğu kıvrak ellerini kullanarak yaratan ve üreten insan. Homo ludens, oynayan ve yeni oyunlar kurgulayan oyuncu insan. Homo moralis, varlığını ve yaşam amacını ahlaki temeller üzerine oturtan ve bu temeller üzerinden kendini tanımlayan insan.
Ya da... homo narrator. Evet, tüm tanımlamalardan evvel biz buyuz işte; anlatan, gözlemlediği, başardığı, ilgi duyduğu, kısaca başından geçen hemen her hikayeyi anlatan ve paylaşan insan. Homo narrator.
Homo narratorun kaybolduğu bir dönemden mi geçiyoruz, yoksa homo narratorü farklı yönleriyle ve farklı yorumlamalarla yeniden mi yaratıyoruz? Bu sorunun kesin bir yanıtı yok sanıyorum. İronik olan şu ki, kaybedilen değerlerin önemini keşfetmenin adeta kutsallaştırıldığı bir dönemin bireyleriyiz. Ve bu kutsal arayışa nostalji adını veriyoruz. İletişimin formu değişti: “Hiçbir olayı yorumdan arınmış haliyle duyamadığımız bir dünyada yaşıyoruz. Çevremizde olup biten hiçbir şeyi hikayeselleştirip anlatıya dökemiyoruz, çünkü herşey bilgiye odaklı” yorumuyla iletişimin yeni formunu açıklıyor Walter Benjamin (Benjamin, The Storyteller-Hikaye Anlatıcısı). Fakat Benjamin’in hikaye anlatımına duyduğu özlem ve makalesinde gerçek hikaye anlatıcısı olarak bize sunduğu Nikolai Leskov’un anlatım tekniğini yüceltmesi aslında kuru bir nostaljiden çok daha fazlasını içinde barındırıyor. Bir hikayeyi hakkıyla anlatabilen insanların azınlıkta kaldığı bir dünyada yaşıyoruz Benjamin’e göre... Hikaye anlatımının utangaçlık yarattığı, hikayenin sanki bize yabancı olduğu bir devir bu. İnsanların yaşadıklarına ve tecrübe ettiklerine verilen değer azaldıkça insanlar doğalarına aykırı bir sessizliğe bürünüyor. Sıkılmaya bile vakit bulamadığımız mekanik üretim devrinin insanları ne anlatmayı, ne de dinlemeyi başarabiliyor. Her biri doğasına yabancılaşmış birer iletişim fakiri olarak yaşamlarını sürdürüyor.
Fakat Benjamin’in argümanını ters yüz edip, sorunu hikaye anlatıcısı üzerine değil de hikaye dinleyicisi ve yorumlayıcısı üzerinden de açıklayabiliriz. Çünkü iletişimsel problemlerimizi aşabilmemiz ve hayalgücümüzü, yeniden toplumsalın tahayyülü için bir aracı olarak kullanabilmemiz için, öncelikle iyi bir dinleyici ve daha da önemlisi objektif bir yorumlayıcı olmamız gerektiği inancındayım.
Günümüz dinleyicisinin, ne yazık ki anlatılan hikayeleri tek taraflı okuyan ve diyalojik analizden uzak bir tutumla hareket ettiğini, gerek çevremdeki insanlarla günlük münasebetlerimde, gerek ise medyayı takibimde gözlemliyorum. Tüketim toplumunun rasyonel bireyleri, sonu gelmeyecek bir hakikat arayışında önce anılarını ve geçmişini, ardından ise hayal gücünü hızla kaybediyor. Hikayeler mekanikleşip, çoğaltılabilir hale geldikçe ve yazıya aktarılan her anlatı analitik yorumlamanın esiri oldukça, anlatıcısının performansına kattığı kendine özgü farklı yorumlardan yoksun kalıyor. Mekanikleşen ve rasyonalleşen iletişimin insanların sosyalleşmesi ve toplumsalın tahayyülü üzerine etkileri, geride bıraktığımız yüzyılın önemli düşünürleri tarafından farklı boyutlarıyla ele alınan bir mesele. Örneğin Adorno, usa dayalı analitik eğilimin etkilerini kültürün endüstriyelleşmesi ve anlatının metalaşması üzerinden tanımlanıyor. Baudrillard ise, felaketin çoktan yaşandığını ve içinde yaşadığımız toplumların artık gerçeküstü değerler üzerinden örgütlendiğini belirtiyor. Technopoly isimli kitabında konuyu derinlemesine irdeleyen medya teorisyeni ve kültür eleştirmeni Neil Postman ise, bu yazıda ele alınan karamsar sayılabilecek tabloyu kültürün teknolojiye boyun eğişi üzerinden tanımlıyor. Teknoloji, Postman’ın anlatımıyla insanlar arasındaki iletişimin kurallarını yeniden belirliyor. Modern çağın teknofil bireyi, hikayelerin soyut dünyası ile ilgilenmiyor... onu ilgilendiren somut, adeta elle tutulabilen bir anlatının içine sıkıştırılmış veriler bütünü.
Postyapısalcı analizin izinden gidersek şunu savunabileceğimii görüyoruz: Bilgi çağının bireyi, hikayeleri uydurmaca, masalları ise çocuk eğlencesi olarak gördükçe bilginin esiri konumuna sürükleniyor. Anlatımın yaratıcılığı ve özgünlüğü yerini bireyin analitik çözümlemesine, yazının yapısal dünyasına ve bilgisayarın ikili kodlamasına bıraktıkça hikayecinin yaratıcılığı ile eşdeğer erdemi, literatinin analitik çözümlemesiyle eşdeğer olgusallığına boyun eğiyor. Fakat literatinin olgusal dünyası mekanik ve yeniden üretilebilen bir dünyayken, anlatıcının dünyası, her anlatıyla yeniden oluşturulan (hayal edilen), değişime açık ve dinleyicinin algısıyla şekil alan bir dünyadır. Hikayeler bize sahip olmadığımız fakat düşleyerek olası kılabileceğimiz anların ve mekanların varlığını hatırlatır. Bu yönüyle hikayeler, özgürleşmenin kilitlerini açacak anahtarlardan birini barındırır. Hikayeler dönemin normlarını ve tabularını yıkarak alternatif dünyalar yaratabilir, fakat bu yaratıcılığı keşfedebilmek için, hikaye anlatıcısına olduğu kadar iyi bir hikaye dinleyicisine de ihtiyacımız var. Hikaye anlatıcısını özel kılan da “devrimci” karakteriyse, dinleyicisini farklı kılacak olan da homojenliğinden arındırılmış (ya da arındılmaya muhtaç) hayal gücüdür. Hikayenin “aura”sı insanı farklı kılan yaratıcı ve dönüştürücü doğasının bir yansıması olarak görülebilir ve hikayeci, yine Benjamin’e gore erdemli insanın kendiyl yüzleştiği figürdür. Anlatacak hikayesi olan insan, hayal gücünün de yardımıyla dinleyicisini bir an için bile olsa farklı bir dünyanın (gerçekliğin?) içine sürükleyebiliyor, bireyi zamanın ve mekanın homojen ve tektipleştirilmiş yapısından kurtarıp çok zamanlı ve çok mekanlı bir boyuta taşıyabiliyorsa, ve dinleyici, dinlediği bu dünyayı farklı şekillerde yorumlayıp yeniden yaratabiliyorsa (ki Aristo bu süreci mimesis olarak adlandırır ve toplumsalı, mimetik sürecin bir sonucu olarak tanımlar), hikaye anlatıcısına ve hikaye dinleyicisinin yaratıcı hayal gücüne her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Hikayeler ve anlatıcıları elbette bu makalede şu ana kadar bahsedildiği gibi salt kurtarıcı rolünü üstlenmiyorlar. Hikayeler hiçbir zaman masum olmadı; pekçok masal ve efsane, dehşetengiz zulümlere ve akıl almaz ölümlere eşlik etti. Devletler, masal ve efsaneler üzerinden kuruldu ve yıkıldı. Kısacası farklı yorumlanışları ile hikayeler, kimi zaman bir bebeği uykunun huzurlu dünyasına uğurlarken, kimi zaman da soykırım makineleri yarattı. Homer de, Grim Kardeşler de, Perrault da, Hitler de birer hikaye anlatıcısıydı. Anlattıkları hikayeler ve anlatımlarının yarattığı sonuçlar ne kadar farklı olsa da her adım birer hikaye ile atıldı ve sonlandırıldı. Hikayeler, psikanaltik ve bireysel olduğu kadar toplumsaldı ve her toplumsal olgu gibi, ideoloji ile içiçe nesilden nesile aktarıldı. “Masallar ve efsaneler, burjuvanın yükselişe geçtiği dönemlerde çoğu kez sansüre maruz kaldı ve yaşa dışı ilan edildi çünkü hayal gücü ve keşif kapitalist rasyonalizme ve Protestan etiğe ters düşüyordu” şeklinde yorumlarını aktarıyor sosyal bilimci ve dil bilimci Jack Zipes (Breaking the Magic Spell, sf. 174). Bu yorum bir adım daha öteye taşırsak, toplumların kontrolünün belki de en efektif rolünün, bireyler ve kurumlar arasındaki iletişimin sıkı regülasyonu aracılığıyla mümkün kılındığını görüyoruz. Düşünür Hannah Arendt, Totaliterizmin Kökenleri’nde yüzyüze gerçekleştirilen iletişimin kısıtlanmasından bahseder örneğin – ki bu örnek üzerinden iletişim kanalları kapatılan insanların yaratıcılığının yegane ürünü olan eyleyiciliği, spontane ve kendine özgü niteliği (farklılığı) ve politika yapabilme (siyasal olabilme) yetisinin elinden alındığını savunur. Yeniden Zipes’a dönecek olursak toplumlar, hikaye anlatımı ve iletişimin kısıtlanması üzerinden denetlenebildiği gibi, hikayelerin anlatım serbestliği üzerinden de koşullanabilir. İyi bir hikaye anlatıcısı ve elbet iyi bir hikaye dinleyicisi ve yorumlayıcısı, hikayeler üzerinden toplumsal hayal gücünü ele geçirebilir ve toplumu, kulaktan kulağa aktarılan hikayeler üzerinden yorumlayabilir. Rejimler, hikayeler üzerinden kendini meşrulaştırabilir; örneğin Pamuk Prenses’i, Uyuyan Güzel’i ve Sinderella’yı kurtaran prenslerdir – toplumlarının sefaletini ve refahını kontrol eden ve toplumlarına yön veren monarşinin başlıca temsilcileri. Elbet hikayeler rejimin meşruiyetini sağladığı kadar eleştirisini de içerir. Örneğin ünlü Grim Kardeşler masalı Rumpelstiktin’de (Değirmencinin Kızı ve Cüce) samanı altına çeviren ucube cüce, değirmencinin kızının sözünden dönüp doğan çocuğunu ona bağışlamaması üzerine vücudunu kendi iradesiyle ikiye böler... monarşinin kudreti karşısında biryin tüm hakları elinden alınmış, olumsuzlanarak takdis edilmiştir. Yüzümüzü biraz olsun Anadolu topraklarına çevirecek olursak, Nasreddin Hoca’nın çoğu kez bir hegemona (örneğin Timur) karşı sözel bir münakaşa içerisinde olduğunu görürüz. Ya da ünlü Bursa efsanesi Çekirge Sultan’da, kellesi koltuğundaki oyunbaz kahin, en büyük oyununu bir kadıya karşı verir.
Hikayeler, yorumlanışı ve toplumsal hayal gücünü ele geçirebilmesi (ve temsil etmesi) açısından önem arz eder ve bu önem, salt toplumsal/sosyolojik bir analiz için değil, aynı zamanda toplumun niteliği ve bireyin özgürleşmesi açısından önemli bulgular içerir. Çünkü hikayeler, yıkıcı ve eleştirel olduğu kadar yapıcı ve meşrulaştırıcı bir görev de üstlenebilir. Pamuk Prenses, monarşinin gözardı edilmiş ve ölüme terkedilmiş kızıdır, tüm hakları elinden alınmış öznedir... fakat aynı Pamuk Prenses, defalarca kez otoriterinin yıkıcı gücüyle yüzleşmesinin ardından, aynı otoriter gücün farklı, ılımlı ve koruyan gücü (prens) tarafından kurtarılır – hegemon güç, Pamuk Prensesin canını ve özgürlük haklarını alabildiği gibi bahşeden bir figür olarak bizlere sunulur.
Hikayelerin bugünkü konjonktürde anlatışı ve aktarılışına bakıldığında da yine aynı yapıcı ve yıkıcı diyalektik görevi üstlendiğini görürüz. Bu doğrultuda bugünün hikayelerini kapitalist düzeni kuran, devam ettiren fakat aynı zamanda eleştiren ve yıkabilecek güce sahip anlatılar olarak değerlendirmemiz gerekir. Yani analizin karamsarlığa bürünen noktalarında dahi aydınlık noktalar arayışında bulunmalıyız. 21. yüzyılın kullan ve at devri çocukları için hikayeler, bir Hollywood filmi gibi anlık-gündelik-sezonluk derslerin alınacağı ve unutulup tekrar hatırlanacağı hazineler olabilir. Bu hikayeler, devre ayak uydurarak geçici mutluluk vaad eder – her bir hikaye, birer ekstasi hapı etkisi yaratır bireylerin bünyesinde. Sonu hazin olan pek çok Grim Kardeşler ve Perrault hikayesinin Disney tarafından yeniden ele alınışı ve yorumlanışı bunun en açık örneğidir. Bu anlık mutluluğun bireyin üzerindenki yan etkisi ne derecedir –bu soruyu belki de zamana bırakmalıyız– ve zamana bırakılan her analiz gibi, çözümlendikten sonra yorumlamalıyız. Fakat bir sosyal bilimcinin penceresinden bakacak olursak, belki de nostaljik sayılabilecek bir gözlem çerçevesinde zamanın, bu devirde sanki daha bir hızlı aktığı ve insanların hayatın bu yorucu ritmine ayak uydurabilmek uğruna hayatı güzel ve bireyi farklı kılan pek çok ögeyi hızla tükettiğini ve yokettiğini savunabiliriz. Bu devrin esteti, homo narrator değil, fakat homo consumericus, yani tüketici insan olarak karşımıza çıkıyor. Estetiğin standartlarının ve insan ilişkilerinin tüketim üzerinden tanımlandığı bir devirse eğer bu bahsettiğimiz gibi, ki bu analizi Marksist bir yorumlama sanıyorum ki doğrulayacaktır, faydacılığı ve rasyonaliteyi ön plana çıkaran bir anlayışın kabul gördüğünden söz etmek pek de yanlış olmayacaktır.
Hikayelerin rasyonalite penceresinden yorumlanışıyla beraber, aynı pencerenin bize açtığı eleştirel alanı da göz ardı edemeyiz. Makalenin başında bahsettiğim diyalojik analiz, bu eleştirel bakışı biraz olsun bize kazandırabiliyor olmalı. Biz kimiz? Homo who? Bu soruya bugün vereceğimiz yanıt hala homo narrator olabilir mi? Ya da kendimize, iyi bir hikaye anlatıcısı olduğu kadar farklı yorumlamaları ve sesleri hala içinde barındırabilen, hayal gücünü kaybetmemiş bireyler olarak dönüştürücü bir rol biçebilir miyiz? Eğer ki hayal etmeyi ve farklı dünyalar yaratabilmeyi unuttuysak, asıl korkumuz, aslında dinlemekten kaçtığımız geçmişimiz değil de yüzleşmekten korktuğumuz ve ötelemeye çabaladığımız geleceğimiz değil midir? Çünkü muhtemel ki günün birinde hikayelerimizi dinleyecek, aktaracak ve bu hikayeleri yorumlayarak yeni anlam dünyaları yaratacak tek bir kişinin kalmadığı bir dünyada yaşıyor olabiliriz. Tabii anlatmaya değer tek bir hikayemiz olursa...
Hikayelerin yaratıcı dünyasına yönelik inancımızı (yani hayal gücümüzü) henüz kaybetmediysek, bireyleri tektipleştiren ve iletişimi mekanikleştiren zamanın anlayışını değiştirebilmek için de umudumuz olmalı. Aksi takdirde, hepimiz Baudraillard’ın çıkışı olmayan karamsarlığında hiç olmayı sürdürebiliriz.

Hiç yorum yok: