7 Ocak 2011 Cuma

Black Swan: Bir eleştiri



Çok beğenilen filme biraz giydiriyorum. Yazı daha önce burada başka bir başlıkla yayımlanmıştı, şimdi onun yerine nötr bir başlık koydum. Buyrun buradan yakın.


Ben filmi ABD’de izleme fırsatı buldum. Anladığım kadarıyla henüz Türkiye’ye gelmemiş. Geldiği vakit eminim her zamanki öz-şarkiyatçı reflekslerle Kara Kuğu adı kara kuru bulunulacak da yerine Siyah Kuğu denilecek; olsun, henüz gösterime girmediği icin ben Türkçede Kara Kuğu diye anma hakkını kendimde görüyorum. Karabasan, kara gün, kara para, karanlık vb ifadeleri daha önce duyduysanız kara kara düşünmeniz gerekmez, neden kara kuğu demek munasip oluyormuş diye.

Şimdi efendim, Black Swan Darren Aronofsky’nin son filmi. Ben adıyla bilmezdim, meğer Requem for a Dream’in yönetmeni olurmuş. Seveni de sevmeyeni de hemfikirdir Requem kuvvetli bir filmdi. Black Swan daha bile iddiali, görkemli bir proje. Oyun içinde oyun içinde oyun var... Konu şöyle – korkmayın, sonunu yazmayacağım: Devir, bizim devrimiz, mekan, kurtlar sofrası New York. Hanım kızımız Natalie Portman bir bale kumpanyasında dansçıdır. Pek bir narin, dansa tutkuyla bağlı bir dansçıdır. Dans dünyasında rekabet çetin: Kumpanyanın prima donnası, baş dansçısı daha otuz yaş civarında yüzü eskidi diye emekli edilince bizim kıza fırsat doğar, yeni sahnelenecek olan Çaykovski’nin Kuğu Gölü’nde baş rolü oynama fırsatı. Kuğu Gölü, narin, tutkulu ak kuğu ile kendini ona rakip belleyen kötücül, baştan çıkarıcı ikizi kara kuğuya dairdir. Ak kuğunun aşık olduğu bir prens vardır ama işin içine karışan bir büyücü onu yolundan döndürür, vb.  Sonu pek iyi bitmez ak kuğu için. Bizim kumpanyanın büyülü bir özgüvenle kasım kasım kasılan pek bir eril, pek bir becerikli yönetmeni Vincent Cassel buyurur ki oyunun ilginç olması için başrole seçilen dansçı hem ak kuğuyu hem kara kuğuyu oynamalıdır. Akla karayı bir arada içerip, ayrı ayrı gösterebilmelidir dışarıya. Annesiyle yaşayan Natalie Portman ak kuğu için ideal olmakla birlikte, kara kuğuyu oynamak için biraz mıymıntı, biraz fazla nazik, fazla namuslu gibidir (filmin bir yerinde bakire bile zannedilir ki New York memleketinde bu hakaret oluyor bildiğiniz gibi). Aydınlık yüzüne karanlığı da giydirebileceğine Vincent Cassel’i ikna etmesi, bu arada kumpanyaya katılan oynak, yırtık, yanar döner, tam da kara kuğu için biçilmiş gibi duran Mila Kunis’le rekabet etmesi, ve Vincent Cassel’in kızını rol vaadiyle yatağa atıp bir daha yüzüne bakmayacağından kaygılanan anne Barbara Hershey’in evhamıyla başa çıkması gerekmektedir Portman’ın. Acaba içindeki karanlığı keşfetmek için neleri göze almaya, kimleri bir kenara itmeye hazırdır?

Hikaye gayet iştahlandırıcı, değil mi? Bizzat konunun icap etmesinden ötürü sahne dünyasının tüm görkeminin, dramasının filme dekor teşkil etmesini de üstüne ekleyin. Bir buçuk saat boyunca Çaykovski dinleyeceğiz sonuçta. Elde büyük film malzemesi var, oyuncular iyi, afiş bile çekici. Peki sorun nerede?

İyi sinema yapmak için Tarkovski’ye, Bergman’a kadar gitmeye gerek yok. İlk Alien filmini düşünün, düşünün ki Alien denen yaratığı hiç göstermeden seyirciyi yusuf yusuf germeyi başaran filmin yerine yaratığı tüm çirkinliği ve şiddetiyle seyircinin gözüne sokan bir vurdulu kırdılı film çekilmiş. David Lynch’in Elephant Man’ini düşünün. Filmin kahramanı hilkat garibesinin seyirciyi merak ettirip ettirip de filmin yarısında değil de daha en baştan göründüğünü düşünün. Hitchcock’un Psycho’sunda sapık katili iyi aile çocuğu Anthony Perkins’in değil de kötü kötü gülen bir Anthony Hopkins’in falan oynadığını düşünün. Veya Selvi Boylum Al Yazmalım’da Cemşit ile İlyas’ın Asya için kavga ettiklerini, yenenin kadını götürdüğünü. Veya Raging Bull’a Rocky’nin müziklerinin eşlik ettiğini düşünün. Last Tango in Paris’in yerine bir Tinto Brass pornosunun geçtiğini...

Black Swan seyirciyi bir çatışkının varlığına inandırmak istiyor, her film gibi. Natalie Portman bir takım iç çelişkiler yaşayacak, kendisiyle kavga edecek, hırsının kendinisine zarar verdiğini fark edecek, bir Natalie Portman keşfedecek Natalie Portman’dan içerü... İyi, güzel, Sofokles’ten beri bunlar iyi dramanın gerekleri. Yalnız bunun iyi film yapması için bir keşif süreci daha gerekli: Tüm bu çelişkileri, kavgaları, zararları, karakterin içindeki başka karakterleri hep seyirci keşfedecek – karakterin başına gelen olayları, karşısına çıkan insanları, takındığı tavırları izleyerek. İzlemenin anlamı budur. İzleyeceğiz ve yorumlayacağız, üzerinde adı yazmayan şeyleri. Biz koyacağız adını. O adın anlamını bildiğimiz için duygulanacağız, sırf duygulu müzik çaldığı için değil, yönetmenin tüm duyularımıza ‘şimdi duygulanmalısın’ diye bağırdığı için değil. Fakat Black Swan’da olan bu. Düşünmesi, yorumlaması, izlemesi için bir an bile rahat bırakılmıyor izleyici, onun yerine, hikayenin uyandırmaya çalıştığı ne izlenim varsa izleyicinin görsel ve işitsel duyularına hazırdan sunuluyor. Portman’ın annesinin korkularıyla mücadelesi anne kızın vurdulu kırdılı bir kavgasıyla temsil oluyor. Mükemmelliyetçi ve nevrotik Portman’ın kendisine verdiği zararlar bizzat yaralar bereler şeklinde gözüküyor. Dansa tutkusunun vücudunu ne kadar zorladığını bir korku filmindeymiş gibi büyülü bir şekilde birbirine yapışıp kalan ayak parmaklarının gülünç görüntüsünden öğreniyoruz. Yaşadığı iç çelişkiler iç çelişki falan değil Mina Kunis ile temsil olan bir alter egoyla girdiği gürültülü ağız dalaşları. Gözden düşen eski prima donna hırsından kendini yiyip bitirecek ya, nasıl desem, neredeyse gerçekten yapıyor bunu. Portman’ın içindeki kara kuğu ise ete kemiğe bürünüp ak kuğunun karşısına çıkıveriyor – izleyince anlayacaksınız neden bahsettiğimi. Aronofsky bir bunalımı tasvir etmiyor da bizi basbayağı fantastik bir evrene sokuyor sanki – ve bu evrende fiziksel olarak kendini göstermeyen, gürültüyle kendini duyurmayan hiçbir şeye yer yok, e o zaman seyredecek bir şey de yok.

Peki neden benzer bir dil kullanan Requem for a Dream veya bir Taylor Hackford’un Devil’s Advocate’ini seviyorum? Her iki film de Black Swan’la aynı riskleri alır, ama orada tutan numaralar burada tutmaz. Requem uyuşturucu illetini anlatıyordu. İnsanı insanlıktan çıkaran, bir acayip hayal dünyasına sokan, gerçekle gerçeküstünün sınırlarını bulandıran bir illet. Duyusal, şiddetli bir etkisi var. Filmin de tüm bunları görselleştirmesi, zaman zaman abartıya kaçsa da, yadırganmaz. Devil’s Advocate şeytani güdüleri bizzat şeytanın kendisiyle temsil etmeye soyunduğunda, tüm olan bitenin bir rüya olduğunu filmin sonunda öğrenmeden önce dahi, hikayenin bizi bir masal dünyasına soktuğunu biliriz. O dünyanın kurallarıyla izleriz filmi. Black Swan’da ise Kuğu Gölü izleği, oyun içinde oyun vb gibi çok katmanlı bir gerçekliğin üzerine sürülen doğaüstü efektler ağır bir makyaj gibi akmış; filmin aktarmaya niyetli olduğu gerçekliğin nasıl bir gerçeklik olduğunu yönetmen de bilmiyor gibi sanki. Natalie Portman’ın başına gelenlere üzülmüyorum, çünkü gerçekten olduklarına inanmıyorum.

Çaykovki üzerine, New York’lu bir kızın bunalımları üzerine bile artık bilgisayar oyunu fantazilerini bir kenara bırakıp düşünemiyor muyuz? Eşyanın şekil değiştirmediği, vücutların acayip haller almadığı, gerçek insanların hayatlarındaki gerçek olaylar yeterince heyecan verici değil mi artık? Gerçeklikten sıkıldık da illa acayip oyuncaklardan mı tat alabiliyoruz? Teknoloji varsa illa acayip şeyler gösterelim görgüsüzlüğündeki Holywood, vampirleri, uzaylıları, robotları konu almadığında dahi insanları vampirleştiriyor, uzaylılaştırıyor, robotlaştırıyor. Artık hepimiz cyborg’uz, ve dolaysız elektronik sinyallerle iletilmeyen hiçbir şeye yer yok algımızda. Bunun adı teknolojinin pornografisi.

Yoksa şöyle mi demek zorunda kalacağız: artık gerçeklik bizzat bu zaten? Sasha Grey’in anaakım şöhret olduğu bir devirden bahsediyoruz. Yetişmekte olan kuşak kendi bireysel romantizmlerini dahi vampir filmlerinin mecazlarıyla tahayyül ediyor, sevişirken porno filmlerinı taklit ediyor, arkadaşlarını Facebook’ta sayıyor.

İzlerken değil ama izledikten sonra epey düşündürdü gördüğünüz gibi. İlginç bir film yani aslında. Gitmeyin diye yazdım ama gidin tabi. Dolu bir buçuk saat geçirirsiniz, gece için konuşacak bir şeyiniz olur, boş bir konu da değil hem Çaykovski falan var. Eğlendirir. Ben neden sert girdim, çünkü çok iyi bir malzemeye yazık edilmiş, en çok da Natalie Portman’a – ödüllerini yine alacak o ayrı. O kadar milyon dolar harcıyorsun, daha iyisini yapabilirsin Holywood.

Ben ise Terrence Malick’in yeni filmini bekleyeceğim.

Yıllar sonra gelen edit: Terrence Malick'in filminden çok sıkıldım. Black Swan daha iyiydi.

6 yorum:

Tarçın dedi ki...

Yukarıda yazılanları okudukça, bu filmin kişilerde bambaşka etkiler bıraktığını fark ettim. Açıkçası çok karamsar bir yaklaşım varmış; biraz da filmin hakkı yenmiş gibi geldi bana :(

Evren Çevik dedi ki...

kötü bir yazarsın. sadece örnek verip fikrini anlatmıyorsun. yazını bitiremedim. bir daha yazma, başka işlerle uğraş.

Balıkpazarı dedi ki...

Oldu.

Yunus Çoban dedi ki...

Bence Siyah Kuğu 2011 yılında izlediğim en iyi filmdi, hatta gerek Requiem For a Dream, gerekse Devil's Advocate'den daha iyi bir film olduğunu düşünüyorum.

Filmin senaryosunda Techine'nin yönetmeni olduğu, Juliette Binoche'un oynadığı Rendez-Vous'dan az ya da çok esinlenildiği söylenebilir. Ancak film (bence çok) başarılı, eleştiri ise fazla ağır olmuş...

Balıkpazarı dedi ki...

Yau evet fazla ağır olmus elestiri, kabul. Zaten gitmeyin yazmamışız gidin yazmışız, Hollywoodiun ekmeğiyle oynanamamışız :) Filmi bahane edip kendi sinema anlayışıma uyan filmler neden daha çok yapılmıyor serzenişinde bulunmaya çalıştım galiba.

Aysin dedi ki...

Filmi sevmiştim ben ama şimdi düşününce söylediğin şeye çok hak veriyorum.