12 Eylül 2010 Pazar

İslam'a Karşı Laiklik


İslam’a Karşı Laiklik
Olivier Roy
Agora Kitaplığı, 2010
Çeviri: Ender Bedisel

2 Mayıs 2010 tarihli Radikal gazetesinin Yorum sayfasında, Agnes Poirier’in kaleminde çıkan ve orijinal metni The Guardian’da yayımlanan makale, ülkemizde de tartışmalara konu olan başörtüsü ve türban yasağının Fransız kamuoyunda neden olduğu tartışmalara ışık tutuyordu. Poirier, makalesinde şöyle diyordu: “Sarkozy, Pandora’nın kutusunu açtı ve kilidi de kaybetti… Konu o kadar utanç verici hale geldi ki, Sarkozy başbakanı François Fillon’a olaya el koymasını ve hızla, hatta yazdan önce yeni bir yasa hazırlamasını söyledi… Yasalar ve düzenlemelerin nüanslarına, fakat aynı zamanda Fransa’yla ABD veya Britanya arasındaki farklı gelenekleri açığa vuran siyaset felsefesine dair bir mesele bu. Fransa’da, ABD veya Britanya’daki insanların ‘sivil özgürlükler’ dediği şeyin bahsi pek edilmiyor. Fransızlar insan haklarından dem vuruyor. Elbette iki kavramın çakışma noktası var, fakat Fransa gibi bir ülkede devlet başka yerlerde resmi alanın dışında kalması gereken temel yurttaşlık hakları olarak görülen şeye sık sık müdahalede bulunuyor.” (Radikal, Yorum, 2 Mayıs 2010)



12 Eylül Sol İçin Ne Getiriyor?

Tarihi bir ikinci 12 Eylül’ün heyecanını yaşadığımız şu günlerde, anayasa tartışmalarının özellikle sol cenah tarafından yorumlanışı, Türkiye’de sol hareketin içine düştüğü çıkmazı ve kuramsal anlaşmazlıklarını bir kez daha tüm karmaşıklığı ile gözler önüne seriyor. Her ne kadar bu yazının amacı, Türkiye’de sol akımın analizini sunmak olmasa da (bu analizi bekleyenlerin tarihsel perspektif için Mete Tunçay’a, yakın tarihsel açılım için ise Murat Gültekin’in editörlüğündeki Türkiye’de sol ansiklopedisine göz atmasını öneririz), referandum tartışmaları üzerinden Türkiye’de sol akım ve sınıfsal söylem üzerine farklı yorumları paylaşabileceğimizi düşünüyoruz.

AKP’nin 12 Eylül referandumuna yaklaşımı, hiç kuşku yok ki oldukça iddialı: Referandum ile birlikte 12 Eylül Anayasası’nın da yeniden oylamaya sunulacağını ima eden başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP milletvekillerinin bu yaklaşımını, bu yazının kapsamında ele alacak ve yazıyı sonlandırmadan önce AKP üzerine bir çıkarsamada bulunacağız. Öncesinde ise şu soruya cevap arıyoruz: 12 Eylül referandumu, 12 Eylül Anayasası ile katledilen sınıf-tabanlı söylemi geri getirebilir mi; yoksa farklı açılımlarla renklenen bu anayasa, sol hareket için yeni bir ölüm fermanı mıdır? Bizce sol akımın kimi temsilcilerinin iyimserlikle yaklaştığı referandum, Türkiye’de sınıfsal çok-sesliliği yaratma adına oldukça atıl kalıyor ve 24 Ocak kararları ile pekişen neoliberal yapıyı daha da güçlü ve alternatifsiz kılıyor.

Öncelikle, Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında yekpare hareket örneği sergile(ye)memiş sol hareketin, referandum öncesi de çok parçalı ve birbiriyle çatışan bir tutumda olduğunu belirterek yazıya başlamalıyız – ki bu tutum, yakın zamanda sol örgütlerin başkanları tarafından yapılan demeçlerle yeniden doğrulanıyor. “Hayır”cı fraksiyonu oluşturan ÖDP, TKP ve EMEP, “emek ve demokrasi düşmanı AKP”ye ders verme amacı ile referandum sonucu şekillenecek yeni anayasaya, toplu sözleşmenin içeriğini boşalttığı, piyasa ekonomisini meşru kıldığı ve sermaye egemenliğini güçlü kıldığını savlayarak karşı çıkarken, EDP başkanı Salman Kaya, yakın zamanda bir gazeteye verdiği demeçte, “12 Eylül’e hayır diyecek solcuları anlamadığını” belirterek cevap veriyordu. MEMUR-SEN Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu da Kaya’da yana tavır alarak sendikasının “Evet”çi pozisyonunun altını çizerken, Türkiye KAMU-SEN’in de içinde bulunduğu yaklaşık 70 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türk Dayanışma Konseyi, “Hayır” yönünde oy kullanacağını kamuoyuna duyurdu.“Evet”çi kesim, darbe anayasasının kabul edilemez olduğunu belirtip, milli iradenin belirlediği bir anayasaya ihtiyacı dile getirirken, “Hayır”cı kesim ise, yeni anayasa ile oluşturulacağını öne sürdüğü yeni dikta rejimine karşı çıkacağını, ulusalcı sayılabilecek bir tona sahip basın açıklaması ile halka duyurdu.

Hiç kuşku yok ki her iki kesimin temsilcilerinin de argümanları yadsınamaz doğrular içeriyor. Mevcut anayasa değişikliği, Türkiye’de demokrasi adına geç kalınmış bir değişikliktir; fakat geç kalınmakla birlikte, AKP’nin genel seçimler öncesi tabanını sağlamlaştırmak adına içinde bulunduğu aceleci tutum, beraberinde elzem eksikleri de getirmektedir. Mevcut değişiklikler dahilinde şekillenecek anayasa, sınıfsal perspektiften ele alındığında, 12 Eylül anayasasından herhangi bir farklılık göstermemektedir: sınıfsal çok-sesliliği yok etme, sendikal örgütlenmeyi sınırlandırma ve sınıf-üstü bir söylem geliştirme yönündeki kafa yapısı aynıdır, 24 Ocak (1980) kararları ile birlikte güçlenen neoliberal ekonomi politikalarına bağlılığı ve teknotratik düşünce ve düzenin devamlılığını içerir, üreticiyi ve emekçiyi desteklemez. Mevcut anayasa, memurlara grev hakkı getirmemekle birlikte, tanınan toplu sözleşme hakkı, bir haktan çok, uzlaştırma kurulu tarafından çözülmesi öngörülen bir lütuftan ileri gitmemektedir.

Bütün bu süreç bize AKP adına bir çıkarsama yapma şansını da tanıyor. AKP, kendisini köşeye sıkıştıran sorunları, en büyüğü askerî vesayet olmakla birlikte, kamusal tartışmaya taşıyarak, politikanın alanını genişleterek çözme iradesini göstermektedir. Bu tutumu ile AKP, pragmatik bir “demokratlık açılım” peşindedir ve bu açılım zaman zaman hayırlı sonuçlar doğurabilmekle beraber, AKP’nin alternatifsiz olarak konumlanmasıyla da sonuçlanmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, kimi sol örgütlerin AKP’den yana tavır alması daha anlaşılır kılınıyor. Zira bugün sahih anlamda sosyal demokrat bir siyasal örgütlenmenin yokluğunda, sol-liberal aydınların AKP'ye verdiği desteğin arkasında olası bir CHP-MHP koalisyonu gibi bir mecraya yönelimin yarattığı korku ve AKP'nin Kürt açılımında istikrarsız bir politika izliyor olsa da ortaya koymuş olduğu bir “duruş” vardır. Dolayısıyla, AKP'nin liberal-reformist yüzü bazı sol fragmantasyonun partiye angaje edilmesiyle sonuçlanıyor.

Fakat, yine aynı perspektiften bakılarak, solun referandumda vereceği hayır oyunu da anlamlandırmak mümkün. AKP’de “iyi” pragmatizm, “kötü” pragmatizmle iç içe geçmiş durumdadır ve bu durum, partinin, politik alanın “davetsiz” misafirlerine karşı kolayca tahammülsüzleşmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylelikle AKP, öne çıkarma çabasında olduğu demokratik ve uzlaşmacı kimliğine ters düşecek bir üslup takınmakta, parlamento dışı aktörlere, solculara, işçilere ve Kürt siyasetçilere, modası geçmiş Soğuk Savaş diliyle saldırabilmektedir.

Bu tutumun, AKP’nin aslında gizli bir büyük sağ koalisyon olmasıyla ve Türk sağının geleneksel reflekslerini sürdürmesiyle de ilgisi vardır. Son tahlilde AKP, “yeni merkez sağı” temsil etmektedir; AKP, beynelmilel muhafazakâr-liberal siyasetin Türkiyelisidir. Ayrıca AKP’nin, egemen sınıflar içinde yeni, daha muhafazakar bir elit fraksiyona dayandığını da hiç unutmamak gerekiyor.

Referandumda verilecek oy, gerek eksiklerine rağmen evet, gerekse eksik olduğu için hayır olsun, referandum üzerine özellikle sol cenahta sürmekte olan tartışmaların ortaya koyduğu başlıca bulgu, sol hareketin ruhuna uygun söylemsel bir eksik olduğudur. Sungur Savran’ın tanımlaması ile Türkiye’de sol, bir “referandum güzellemesi”nden çok daha fazlasını yapmalı, soyut bir demokrasi peşinde koşmak yerine sınıf mücadelesini ve belki de bir “sınıf açılımı”nı söylemine taşımalıdır. Avrupa ülkelerinin aksine sınıf mücadelesini anayasasına taşıyamamış bir ülke, farklı hegemonik projeleri (AKP, IMF ve ABD) tartışmaya dahi açmadan benimsemeye mecbur kalacaktır.

7 Eylül 2010 Salı

Anayasa degisikligi paketi icin neden “evet” oyu kullanmayacagim?

Alper H. Yağcı

Not: Teknik imkansizliklardan oturu Turkce karakter kullanmadan yazmak durumundayim, imla konusunda kusuruma bakilmasin.


Anayasa degisikligi paketi icin oy kullanamayacagim, zira bir suredir yurt disinda yasiyorum. Saka bir yana, eger oy kullanacak olsaydim, hayir oyu kullanirdim. Tavrim siyasi. Yani, Esra’nin yaptigi cagrinin aksine, degisiklik pakedinin iceriginin hukuk teknigiyle degerlendirilmesinden ziyade; paketin hazirlanis, referanduma sunulus ve “pazarlanis” safhalarinda taraflarin aldiklari tutumlarin Turk siyasetinin yakin gecmis ve gelecegi baglaminda degerlendirilmesine dayaniyor.


AKP yine yapacagini yapti, tipki 2007’deki cumhurbaskanligi krizinde oldugu gibi Turkiye’deki kurumsal siyasetin tum taraflarini zamanlamasini, siddetini ve seceneklerini kendi belirledigi bir tartismaya kilitleyerek gundemi sekillendirdi. Yapilan tartismalarda, Onur’un da yazdigi gibi, evetciler ile hayircilar olarak saflasmayi becermis durumdayiz. Dikkat edilmesi gereken nokta, sirf durumun bu hale gelmesinin bile AKP icin stratejik bir basari arz ediyor olusu. Eger su an paket ile gelecek degisiklerin” hic yoktan iyi” olusunu konusuyorsak zaten iktidar partisinin altimiza cektigi bir duzleme cikmisiz orada tepiniyoruz demektir. Saga giden bir trende ne kadar hizla sola kossak da nafile; trenden inmek lazim, veya konduktoru ikna edici bicimde uyarmak…

1980 darbesinin giydirdigi deli gomleginden cikmaya calisan bir toplumun kivranmalarindan Gordiyon dugumleri uretip bu dugumleri referandum kilici ile kesmek, bunu yaparken de kendisini kurumsal seckinler karsisinda halkin sesi olarak konumlandirmak AKP icin bir siyaset yapma teknigi. Sagolsunlar, CHP olsun, Anayasa Mahkemesi (AYM) olsun, TSK olsun, mevcut hukuki-siyasi duzenin muhafazakar aktorleri de bu konuda AKP’ye cok pas attilar. Bunun en acik ornegi cumhurbaskanligi secimi etrafinda gerceklesti. Buyukanit’in e-muhtirasi ve AYM’nin skandal kararindan AKP bir erken secim bir referandum (referanduma giden yolda eski cumhurbaskani A. Necdet Sezer’in payini da anmak lazim) cikardi. Olan oldu, AKP tokezlemeye baslayan ekonomiye ragmen gucunu artirarak hakimiyetini pekistirdigi gibi, Ozal’dan beri merkez sagin ruyalarindan biri olan, cumhurbaskanini halkin secmesi yonundeki anayasa degisikligi de hic yoktan basarilmis oldu. Hatirlarsaniz, sonunda cumhurbaskanligi secimine iliskin referandum yapildiginda AKP yine eski duzenlemeye (daha dogrusu eski duzenlemeye AYM’nin getirdigi yeni yoruma) uygun olarak cumhurbaskanini ucuncu turda kendi cogunluguna dayanarak mecliste secmisti bile, oyle ki, sandiga giden secmen neye nicin oy verdigini unutmustu. Tevekkeli degil bu referandum % 68 secmen katilimi ile siyasi tarihimizin en dusuk katilimli referandumu oldu. Sag-kemalist muhalefet pasi veriyor, AKP bos kaleye golu atiyor, bize de milletce sevinmek dusuyor, halkin dedigi oldu diye.

Tarihinde daha once 5 kere referanduma giden Turkiye, AKP iktidari doneminde ikinci kez referanduma gidecek, ilkinin uc yil ardindan. Ne icin? Demokratik sisteme geri donusun ardindan butun partilerin (en basta zamanin CHP’sinin) yerine yenisini getirmek icin soz verdigi 82 Anayasasi’ni bir kez daha yamamak icin. AKP de 2002 secimi icin hazirladigi programda ayni sozu vermisti. 2007 secimleri etrafindaki donamde de ayni soz yavas yavas ete kemige burundurulmeye baslanmisti, kanaat onderlerinin kamuoyu olusturma amacli aciklamalari vasitasiyla. Peki simdi neden iki adim geriye gidip, tek bir “evet mi hayir mi” sorusunun icine sikistirilmis tutarsiz bir reform pakedini oylama durumundayiz? Anamuhalefet partisi, pakedin tartismali iki tanesi haricindeki maddelerini mecliste onaylamayi kabul edip yalniz iki maddeyi referanduma goturmeyi onermisken tum maddelerin paket halinde onumuze sunulmasini ‘goz boyama’dan daha hafif bir tabirle nitelemek mumkun mu?

Bu sorunlarin yanitini hukuki bir degerlendirmeyle tatmin edici bicimde vermek olanaksiz. Referanduma gidiyoruz cunku cesitli gruplari tek platformda bir araya getiren siyasi iddiasini devam ettirebilmek icin Turkiye’nin uzun suredir cozum bekleyen cetrefil meselelerine cozumler getirmek zorunda oldugunu goren, fakat bu ugurda karsilastigi muhalefetin ustesinden gelmeye yetecek enerjisi, vizyonu, ve bu cozumleri gercekten umursayan bir tabani olmayan AKP’nin, disine gore bir siyasi krize ihtiyaci var. Referandumla cozulecek bir kriz, arkasindaki kamuoyu destegini ispatlama noktasinda AKP’nin elini en az bir yil daha rahatlatacak, muhalif siyasi aktorleri hizaya getirecek stratejik bir arac. Referanduma yonelik mobilizasyon, Basbakan Erdogan’a en iyi yaptigi seyi yapma imkanini veriyor: Bayram degil seyran degil iken sanki genel secim varmis gibi tum Turkiye’yi dolasip tabanina birinci elden seslenerek parti teskilati cevresinde saflari siklastirma. Ayni zamanda, 82 rejiminin gerici-muhafazakar yonlerini torpuledigi iddia edilen (ki memurlarin toplu sozlesme hakki konusunda bu iddianin pek asli olmadigi anlasiliyor) degisiklerle, AKP’ye kosullu destek gostermis olan liberal/sol aktorlere; Kurt meselesi konusunda yapmaya gonullu olmadigi, AB konusunda yapmaya gucunun yetmeyecegi reformlarin yerini tutacak bir icraat sunmak mumkun hale geliyor. Belki de en onemlisi, krize giden yoldaki tartismalar ve referandumun ardindan kalkacak toz (ana haber bultenlerini haftalarca mesgul edecek gundem maddesini simdiden biliyoruz: “simdi bu sonuc ne anlama geliyor?”) ile, ekonomik sorunlar gundemden dusuruluyor, veyahut bu sorunlari “halk adina” cozmekten AKP’yi alikoyan siyasi sorunlara ve bu sorunlari yaratanlara isaret etmek inandirici hale geliyor.

Eger gercekten 12 Eylul rejimiyle hesaplasmak istiyorsak, neden % 10 secim barajini dusurerek baslamiyoruz ise? Neden rejimin 12 Eylul gomlegini cikarip kendini yeniden tanimlamasi yonundeki en kuvvetli talebi dile getiren Kurtlerin siyasi katilimini genisletecek degisikleri tartismiyoruz? Eger calisanlarin haklari gercekten genisletilecekse, neden yine 12 Eylul rejiminin getirdigi ve AKP’nin herkeslerden daha buyuk bir hevesle kullandigi grev erteleme uygulamasini sinirlayacak duzenlemeler yapmiyoruz? Neden 12 Eylul rejiminin basimiza getirdigi YOK’un (AYM uyesi secimi meselesinde) yetkilerini artiracak degisikliklerle oyalaniyoruz? Mesele su ki, Turkiye’nin yeni bir anayasa yapmasi gerekiyor, ve bunu yapmaya AKP’nin ne gucu ne istegi kaldi. O tren 2006-2007’de kacti, PKK’nin siddet faaliyetlerine yeniden basladigi, Ergenekon sorusturmasiyla ortaya cikan yeralti muhalefetinin Erdogan’in gozunu korkuttugu, AKP milletvekili Zafer Uskul’un aciklamalarinin yeni anayasanin amaci konusunda kamuoyunu urkuttugu, hukumetin yelkenini sisiregelmis kuresel sermaye akimlarinin durulmaya basladigi donemde. Subat 2008’de, yeni anayasa yapmak yerine turban meselesine ozel anayasa degisikligi yapmaya davrandigi vakit, AKP bu konudaki niyetini (niyetsizligini) kesin bicimde belli etmisti bile.

Peki, (farz edelim ki memurlarin toplu sozlesme hakki, AYM uyelerin secimi vb degisikliklerin de olumlu olduguna kandik) “yetmez ama evet” desek ne olur? AKP’nin oportunizmini odullendirerek ona bir sureligine daha yasam nefesi uflemis oluruz. Toplumun (Kurtler haric) en yoksul kesimlerini halkci/populist bir soylem etrafinda pesinden surukleyerek solun simsegini calan, bu anlamda yoksulluk ve sosyal haklar etrafinda sekillenebilecek bir toplumsal muhalefetin enerjisini emip soguran, ayni zamanda kendisini siyasi liberalizm dogrultusunda yapilacak reformlarin tek adresi olarak kabul ettiren, Kurt meselesi konusunda buyuk beklentiler yaratan fakat bu konuda bir adim ileri bir adim geri bir idare-i maslahata saplanip kalan AKP, bugun Turkiye’deki ilerici siyasi talepler icin ehven-i ser bir pragmatik cozumden ziyade acik bir engel teskil ediyor. Eger “evet” demekle AKP’ye evet diyecek oluyorsak – ki bu kosutlugu bilincle yaratarak referandumu bir guvenoyu plebisitine ceviren de bu partinin kendisi – benim yanitim “hayir.”

Son bir sozum de bu plebisiter siyaset teknigi hakkinda. AKP’nin sag-Kemalist muhalefet karsisinda magdur postunda veregeldigi mucadelelerde kullandigi soylemi yakindan taniyoruz: “Halk, demokratik kanallari kullanarak kurumsal seckinlere meydan okuyor”. Bu meydan okuma, atanmislar ile secilmisler arasindaki catismalarda vucut buluyor, guya. Demokrasi, haklar, vb etrafindaki tartismalarda buna benzer bir denklestirme, daha sofistike versiyonlarda da olsa, siyasi liberalizm taraftari cevrelerce de siklikla kullaniliyor. Iste secilmislerin tasarruf hakkini genisleten degisikler sirf bu yuzden demokrasiyi kuvvetlendirecek degisiklikler olarak algilaniyor. Veya referandum uygulamasinin kendisi, bir demokrasi bayrami gibi kutlaniyor. Bu tarz kestirme denklemlerden uzak durmak gerekiyor diye dusunuyorum. Halkin dogrudan temsilini genisletmeye yonelik katilimci pratiklerin olusturdugu, yerel ve mikro duzeyde dokunmus bir agin (belediye duzeyinde halk meclisleri, katilimci butce komisyonlari, vb) yoklugunda; kitle ile parti liderligi arasinda kisa devre bir iletisime dayanan bir “secilmisler fetisizmi” en fazla sig bir populizm yaratir, demokratik katilim degil. Duzenleme yaratma inisiyatifinin yalnizca partide bulundugu, ve halkin bu inisiyatiflere “evet” ya da “hayir” demekle yukumlu oldugu bir siyaset bicimi, seckinler karsisinda halkin kuvvetlenmesinden ziyade bir grup kurumsal seckinin yerine yeni bir parti seckinleri grubunun ikamesi anlamina geliyor. Hele ki Turkiye gibi, katilimci bir on secim asamasindan gecmeden olusturulan listelerle secime giden, lider ve kurmay komitesi tarafindan siki bicimde kontrol altinda tutulan ve % 10 secim baraji sayesinde arkasindaki toplumsal destegin cok ustunde bir temsil gucune kavusabilen partilerin hukum surdugu bir siyaset ortaminda, referandumun siklikla kullanilmasi, kaygi yaratacak bir durum olabilir (Referanduma Turkiye’den cok daha fazla basvuran ulkeler var elbette, Isvicre gibi, fakat genis ozerkliklere sahibi bolumlerden murekkep bu ulkede referandumlarin onemli bir bolumu ulus-alti duzeylerde yapiliyor). Bu sartlar altinda, Anayasa gibi temel bir meselenin siyasi-stratejik hesaplar icin yapilan bir referanduma konu (neredeyse “oyuncak” yazacaktim) edilmesi, Turkiye’nin Anayasacilik deneyiminin ciddiyetine vurulan yeni bir darbe.

Eger liberal demokrasi ise amaclanan (ki siyasi liberalizmin ekonomik liberalizme benim gibi şüpheyle yaklaşanları da icine alabilecek genislikte soyut bir ilke olduguna inanirim), bunun anahtarini bizi secilmislerin mi atanmislarin mi yonettiginde degil, yoneten yonetilen ayriminin ne derece kuvvetle basimiza kakildigina; ve bu yonetenin toplumsal hayatin ne kadarini (zorlayici bicimde) yonetme hakkini haiz oldugunda aramak lazim. Bir de, yonetime talip farkli aktorlerin tasarruflari arasindaki catismalari uzlastirmaya yonelik bir fren & denge (Amerikalilarin checks and balances dedikleri sey) sistemini kuracak kurumsal mimaride. Liberalizmin esasinda yer alan “en iyi yoneten en az yonetendir” siarini, ekonomik cagrisimlarindan soyutlayarak dusunmek mumkun degil mi? Bence bunu denemekte fayda var.

12 Eylüle kaldı 5 gün

Çok değil, az bir şey kaldı pazara. Sandıklarda evet-hayır basıp, akşamki eğlenceyi bekleyeceğiz. Nedense seçim akşamlarını dünyanın en heyecanlı olayı olarak görürüm, bu referandum da -kısa metrajlı da olsa- benzer bir heyecan demek olacak benim için. Nedenini merak mı ettiniz?


Ertuğrul Özkök vari bir giriş yapıp, okurun ilgisini çekmeye çalışmak istemiştim hep, bu yazıda onu yaptığımı sanıyorum:)
Bu referandum sürecinde bazı şeyler dikkatimi çekince onları yazmak farz oldu benim adıma. Nokta nokta teker teker bunların üzerinden gitmek arzusundayım.

1-Evet tarafı da hayır tarafı da bu referandumu sanki genel seçimmiş havasında karşıladı. Bence hayırcılar bunu daha başarılı olarak yaptılar, yapıyorlar. Neticede en yakın genel seçimde 53-47 oranında çıkan oylara bakınca, bu referandumu seçimmiş gibi yansıtmak hayırcılara otomatik % 53ük bir taban yaratmış oldu. Bunun üzerine o zamandan bu zamana iktidardan uzaklaşıp muhalefete kayanları eklediğinizde bir hayli geniş bir hayır tabanına kavuşmanız işten değil. Muhalefet de bunu yapmaya çalıştı bence.

2- İktidar ise kendisine olan yüksek güveninden ötürü referanduma yine bir seçimmişçesine yaklaştı. Başbakan çıktı konuştu, Arınç çıktı konuştu... Onların konuşmalarında da açık olan nokta onların da bu referandumu seçimmiş gibi ele alıp, partilerine bir güvenoyu talep etmeleriydi. Ha bir de hayır=darbecilik gibi bir slogana bel bağladılar ki bunu en hafif tabiriyle abes olarak gördüğümü belirtmem gerek. Bu sogan üzerinden ne derece oy devşirebildiler açıkçası merak da ediyorum.

3-Demin evetçi medyanın önemli duraklarından olan Sabah'ın sitesine girdim ve şunu gördüm. "1977'nin kuyruk çilesi" adlı bir başlıkta, "acaba kimdi enerji bakanı o dönemde" gibi sir soruyla akıllarınca Deniz Baykal'ı gösteriyorlardı. Bunu ve Salih Memecan'ın iktidarı çok seven ve takdir eden karikatürlerini yanyana koyunca basın adına üzülmeden edemiyorsunuz. Bir de bu denli evet propagandası yapmanın ters tepeceğini öngöremeyen, düşünemeyen insanların iktidard olmasının garipliğini düşünmeden edemiyorsunuz. Merak edenler Memecan'ın yakı tarihli karikatürlerine bakabilir. Hayırcılar bir gün derin devlet oluyor, bir diğer gün mafya, bir diğer gün darbeci...

4-Seçim dendi mi boykot olmaz benim kanaatimce. Onu sandığa yapılacak bir saygısızlık olarak görüyorum ne yalan söyliyeyim. Bir de şu demek bence gitmemek sandığa: "umrumda değil, ne olursa olsun, ırgalamaz beni." O noktada da bunu diyen kişinin sonrasında ne eleştirme hakkı baki kalır bence, ne de beğenme ve takdir etme hakkı. İlle de birilerine ders verme amacındaysanız, BDPcilerin bu referandumda olduğu gibi, sandığa gidip geçersiz oy verirsiniz. Ama o sandığa gidersiniz, ve tercihinizi yansıtırsınız. Biraz şekilci gibi gelebilir, bazen bana da öyle geliyor. Ama yine de sandığa gitmenin önemli bir ritüel olmasının ötesinde, gerçekten tercihlerin tezahüründe de etkin bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

5-Farkındaysanız ortalıkta adam gibi referandum tartışılan hiçbir mecra yok. İş AKP vs. diğerlerine döndü. Ekrandakiler de ya bir tarafın ya diğer tarafın adamı olduğundan, işi Sezen Aksu'ya Sazan Aksu demey kadar götüren anlı şanlı proflarımız var. Birilerine birşeyler anlatmaktan ziyade birilerine bok atmanın siyasanın temelinde yer alması da herhalde buraların başına gelen en kötü ve üzücü şeylerden birisi olmalı. Ekrandaki en adam gibi referandum tartışmasını geçen gün CNN Türk'teki Eğrisi Doğrusu programında gördüm. Ergun Özbudun ve İbrahim Kaboğlu, iki hukukçu, karşılıklı olarak ama adam gibi bir üslupla fikirlerini ortaya koydular. Argümanlarını sıraladılar, evet ve hayır için. Tamamını izleyemediğim için sitelerine girdim CNNcilerin. Ama yoktu programın videosu... İşe yarar az sayıda program çıkıyor zaten, onu da bir daha izlemek sorun oluyor.

6-Bir de yeni bir söylem ortaya çıktı. "Vay efendim bunlar," iktdar yani, "milleti böldü bu referandum yüzünden."
Ben referandumdaki bu yüksek tansiyonun sadece toplumdaki karşıtlıkları ortaya çıkardığını düşünüyorum, yarattığını değil. Zira toplum zaten yeterince bölünmüş ve kutuplaşmış vaziyette. Referandum ve etrafında gelişen olaylar buna katkıda bulunmaktan ziyade, biçimini belirliyor bence.
Kafamda buna dair daha baka bir yazı fikri olduğundan burada bırakıyorum bu bölünme meselesini. Ama şu kadarını belirteyim, ülkede birbirinden tamamen kopuk bir vaziyette birbirinden tamamen farklı hayatlar yaşayan insanlar mevcut. Bu gruplar arasında ortak nokta yaratmanın da, bunu yapmak olanaklıysa, son derece zor olduğu kanaatindeyim. Bence hızlı bir biçimde kalıcı olarak ayrışan iki farklı hayat tarzı oluşuyor, veya oluştu bile. Referandum sürecinde bunu daha yakından ve daha yoğun bir biçimde görebildiğimizi düşünüyorum.

Sonuçlar bir belli olsun, daha üzerine konuşacak çok şeyimiz olacak. Aportta evet çıkmasını ellerini ovuşturarak bekleyen Deniz Baykal, meydanları en kahraman Rıdvan edasıyla dolduran Kemal Bey, ona cevap yetiştiren Sevgili Başbakanımız ve şürekası, hayırcı sanatçılardan olan zamanın "ski" espricisi şimdinin aydın insanı Levent Kırca'nın evetçi sanatçılara ettiği laflar, Diyarbekir'in referandum sonuçları...