17 Mayıs 2010 Pazartesi

Kongreye Giderken

Malumunuz bir kasettir gidiyor. Yılların eskitemediği Deniz Baykal ile kişisel yardımcılığını üstlenen ve son seçimlerde milletvekili seçilen Nesrin Baytok'a ait olduğu ileri sürülen bir video var ortalıkta. Bir hafta önce de Baykal bu videonun muhteviyatından değil ama ortaya dökülmesinden dolayı başkanlıktan istifa ettiğini televizyonlara açıkladı. Bu arada arkadan "gitmeyiin" diye bir ses de duyduk ama tınmadı sayın Baykal ve "hakkınızı helal edin" diyerek bitirdi konuşmasını.


Sonradan öğrendik ki milletimiz bu tarz "duygusal" işlere girilmesinden, milletvekillerinin bu tarz işlere girmesinden hiç rahatsız olmuyor. Sadece bunun gayrı hukuki olarak ortaya dökülmesinden, Baykal ve Baytok'un bir komploya uğratılmasından müşteki oldu. İnsanlar akın akın Baykal'a desteklerini belirttiler. Parti yöneticileri de başkanlarının arkasında olduklarını defaatla belirttiler. Her yerden CHPli akın akın Ankara'ya gitti ve Baykal'ı kararından çevirmeye çalıştı. Açlık grevini de-Arınç'ın tabiriyle oruçu- hatırlayınız lütfen.

Bugün ise ilginç bir şey cereyan etti ve Kılıçdaroğlu Baykal'a ve kapı kullarına rağmen kongrede aday olacağını ifade etti. Şu ana kadar 60 milletvekilinin (60/97) desteği kendisiyle beraber. Ama MYK üyeleri bu duruma şiddetle karşı çıkıyor, ve kendisini destekleyen Önder Sav'ı "CIA ajanı" olmakla itham edecek kadar da abesle iştigal ediyor. Bu aslında yerleşik düzen Kemalistlerinin entelektüel manadaki yetersizliğini ve dramını da yansıtıyor bence ya,bu daha uzun bir yazı konusu olarak kalsın şimdilik.

Naçizane kanaatim bu kasetin sahih olduğu yönünde. Bu nedenle Baykal hükümete yüklediği bu işin altını deşemeden istifa etmek zorunda kaldı. Ama bence kendini bile şaşırtan insanların pro-Baykal tavrı sayesinde bu durumu lehine kullanmayı bildi .Aynı Aziz Yıldırım'ın istifa ediyorum diyip, Fener kamuoyunu kendi lehine çevirttiği gibi Baykal da istifa ederek kendi kamuoyu nezdinde bir itibar tazelemesi yaptı. Bu her şehirden gelen parti teşkilatlarının "Baykal bizi bırakma" feryatlarını başkaca izah edemiyorum. Kongreye de az bir zaman kala takındığı bu tavır başarılı olacağa da benziyordu.

Ne var ki sanıyorum Baykal'ınhesaplayamadığı bir gelişme yaşandı. Pro-Baykalcıların "komplocu" olarak nitelemesine uğrayacğını bildiği halde Kılıçdaroğlu aday olmaya karar verdi. İlk olarak bunu Baykal ile görüşüp onun da desteğini almaya çalıştı, evine gidip görüştüğünü hatırlayalım, bu gerçekleşmeyince de doğrudan kendi inisiyatifiyle adaylığını koydu. Burada elbette parti içinden destek sözleri almış olması da akla uygun geliyor, örn. Önder Sav ve 60 milletvekili.

Şimdi Baykal'ın eli çok daha sıkışık bir durumda bence. Adaylığını koysa bir türlü koymasa bir türlü. Ama Kılıçdaroğlu seçilirse de kolay bir parti yönetimi onu beklemiyor, Baykal ve Baykalcılar Demokles'in kılıcı gibi tepede sallanmaya devam edecek muhtemelen.

Kimileri (amcam söz gelimi) şimdiden partinin bölündüğünü, bir kısmının Sarıgül'e gideceğini, Baykal kalsa çok daha iyi olacağını söylemekte.Gençliğin sesi ve adayı Kılıçdaroğlu'nu (ki kendisi 62 yaşında) partiyi bölmekle yükümlü birisi gibi algılıyorlar. Daha gecen seneki seçimlerde dürüstlüğüyle İstanbul şehreminisi olmak için oy isteyen Kılıçdaroğlu'na oylarını verenlerin bu duruma olan yaklaşımları oldukça "pro-CHP establishment".

Cumartesiye kadar daha çok şey olur herhalde, son bir haftada olanlara bakınca bu kabak çiçeği misali belli oluyor zaten. İlk defa bir kongre belki de perşembe akşamları Aşk-ı Memnu'nun aldığı reytingi toplayabilir. Ne de olsa geçen haftanın en çok izlenenlerinde Baykal'ın istifa konuşması en az Prime Time dizileri kadar sağlam izlenme oranlarına sahipti.

CHP kulislerinden şimdilik bu kadar, söz sende Birand.

2 Mayıs 2010 Pazar

Bignone’nin hatırlattığı Evren gerçeği…

Darbeci zihniyetin Arjantin üzerinden eleştirisi

“Önünde koca bir yaşam onu bekler. Ardında ise, yüzleşmesi gereken bir geçmiş.”
Cautiva, Gaston Biraben, 2005

Yıl 1976. Arjantin’de gerçekleşen darbe sonucu İsabel Peron, Cumhurbaşkanlığı görevini Jorge Rafael Videla’ya bıraktı. Videla’nın beş yıl süren diktatörlüğü döneminde aşırı sağcı “ölüm tugayları”nın da yardımları ile yaklaşık on bin kişi hayatını kaybederken, 30,000 kişi “kayıplara karıştı”.

Fakat hikâyemizin başkahramanı, baş-katil Videla değil… O, zaten 1990 yılında hakkında alının affın 2009’da geri çekilmesi sonucu askeri hapishanede ölümü beklemekle meşgul. Yazımıza konu olan, son gelişmeler dâhilinde adı tekrar dünya kamuoyunda anılan, 1980 yılında Videla’nın emri ile Kirli Savaş dönemine hapishaneleri ile damga vurmuş Campo de Mayo’ya başkan olarak atanmış, Videla döneminde ordu mensubu olarak sessiz bir kariyer devam ettirmiş Reynaldo Bignone.

Kısaca hatırlamak gerekirse, cuntanın kendini son meşrulaştırma hamlesi olarak görülebilecek Falkland Savaşı’nın da başarısızlıkla sonuçlanması ile iktidarı sarsılan generaller, son çare olarak başkanlığa Reynaldo Bignone’yi getirmekte bulmuş, Bignone’nin başkanlığı ise, 1983 kışında gerçekleşen seçimler sonucu, radikallerin başkanı Raul Alfonsin’in seçilmesi ile sona ermişti.

Seçim arifesinde alınan af kararı ve yok edilen belgeler, her ne kadar Bignone ve dâhil olduğu dördüncü cunta döneminin mensuplarına yargı yolunu kapatmış olsa da, Alfonsin’in altı yıllık başkanlığı döneminde sürdürülen Cunta Davaları, aralarında ilk üç dönem Cunta’sının başkanları Videla, Viola ve Galtieri’nin de bulunduğu temsilcilerinin yargılanması ve ömür boyu hapsi ile sonuçlanmıştı. (Bu cezalar, Alfonsin’den sonra görevi devralan Menem tarafından bir af kapsamında geri alınmış, fakat toplumsal baskı sonucu Menem sonrası hükümetler ve yargı tarafından yeniden hapis cezasına dönüştürülmüştü.)

Cunta dönemini en hafif ceza ile atlattığı düşünülen Bignone için ise, şu ana kadar verilmiş cezaların en ağırı, 13 Nisan günü alındı. 1976-78 yılları arasında Campo de Mayo’daki görevi süresince 56 kişiye işkence uygulatması, başkanlığı döneminde insan hakları ihlallerini göz ardı etmesi ve siyasal muhalifleri adam kaçırma ve işkence yöntemleri ile susturması suçlarından, 100 kişinin tanıklığı ile verilen karar sonucu Bignone ve birlikte çalıştığı ordu ve polis mensubu kişiler, 25 yıl hapse mahkum edildi.

Bignone ve diğer sanıklar, sanki kirli geçmişleri ile yüzleşmemek ve Kirli Savaş döneminde yakınlarını kaybedenlerin hüzün ve öfke dolu bakışlarına maruz kalmamak için, sanık sandalyesinde oturmak yerine, mahkeme olarak kullanılan spor salonunun en arka sırasında haklarında verilen kararı dinledi. Mahkeme kararı kesindi. Yaşları 80’in üzerinde olsa da, mahkûmlar hakkında alınan hapis kararı, ev hapsine çevrilmeyecekti.

Her ne kadar bu karar, bir kıta ve okyanus uzağımızda alınmış olsa da, mevcut anayasa değişiklikleri (ve “geçici” aldatmacasıyla süslenmiş etkileri kalıcı ve sarsıcı 15. Madde) ışığında Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Çünkü 650bin kişinin gözaltına alındığı, iki milyona yakın insanın fişlendiği, yedi bin kişinin idam cezası ile yargılandığı, 517’si hakkında kalemin kırıldığı, 50’sinin ise asıldığı, 171 kişinin işkenceye maruz kaldığı belgelendiği, binlercesinin belgelenmediği ve bu travmatik listenin uzayıp gittiği 12 Eylül 1980 darbesinin failleri ne yazık ki toplum, siyaset ve yargı tarafından henüz yeterince cezalandırılabilmiş değil. Çünkü Arjantin yargısı tarafından alınan bu kararın bir benzerinin Türkiye’de verilebilmesi için Türkiye, toplumsal, siyasal ve hukuksal olarak gerekli düzenlemeleri hayata geçiremiyor. Çünkü Türkiye, geçmişi ile hala yüzleşemiyor... Karabasanlara maruz kalmamak için uyumamayı seçen ve bitkin düşen bir insan gibi, ümitsizce kaçıyor. Taha Parla’nın harikulade bir biçimde belirttiği üzere: “Bir ülkede siviller sivilleşmeden darbeler ve genel olarak militarizm bertaraf edilemez. Darbecilerin silahlı olması elbette bir faktör ama tek başına sonuç vermez. Siviller, hele ki iktidar bloğundakiler, militarizmi içselleştirmişlerse, askeri değer ve yöntemleri siyasette de mubah görüyorsa, bu silahtan daha etkili ve elverişlidir.” (Parla, Türk Sorunu, s. 49)

Arjantin örneğinden çıkarılacak ders gösteriyor ki Türkiye’nin geçmişi ile yüzleşmesi, Türkiye’ye özgü bir çaba değildir. Geçmişimizle yüzleşmek, cesaret isteyen bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım pek çok Latin Amerika ülkesi tarafından cesur bir biçimde sergilenmektedir. Örneğin Şili’nin diktatörü Pinochet, ölümünden sadece birkaç gün önce ev hapsine mahkûm edilmiştir. Türkiye örneğini kendine özel kılan ise, darbeci zihniyetin vücuda dönüşmüş formu Kenan Evren’i henüz yargı önüne taşıyamamış olmasıdır. 90 yaşını aşmış birini yargıya taşımakla elimize geçecek olan, alınacak bir karardan öte, bu kararın sembolize ettiği bir zihniyet değişimidir. İsmet Berkan’ın 7 Temmuz 2008 köşe yazısına başlık olan “darbecilerini yargılayamayan bir ülke”den darbeleri ile yüzleşen bir ülkeye doğru atılan belki de ilk adımdır. Yapılması gereken, Arjantin’deki duruşma esnasında salonun dışını dolduran binlerce kişinin çağrısında saklıdır belki de: “Naziler gibi / sizin de başınıza gelecek / Nereye giderseniz gidin / Bulacağız sizleri.” Bodrum Yalıkavak’ta bile…