24 Ekim 2009 Cumartesi

Güle Oynaya Eve Dönerken

Türkiye’de son bir haftadır olup bitenleri anlamak yine güç… Her ne kadar atılacak adımların sinyalleri bundan 4–5 ay kadar önce Abdullah Gül ve çeşitli bakanlar tarafından demeçlerinde (açılım adı altında) kısaca belirtilmiş olsa da, Türkiye’nin sürüncemede kalmış sorunlarına bir nevi “shock therapy” uygulandığı kanısındayım. Uzun soluklu ve sonuçlanmama riski yüksek diyaloglara girmek ve bu diyalogları toplumla ve tabi ki muhalefetle paylaşmak yerine hükümet, kapalı kapılar arkasında formüle edilmiş planları, kamuoyuyla paylaşmadan önce uygulamaya sokarak (örneğin eve dönüş) herkesi şaşırtmaya devam ediyor. Ne yazık ki bu ani uygulamaların toplumdaki tek yansıması şaşkınlık olmuyor. Zaten Ermenistan ile ilişkileri düzeltmeye yönelik atılan adımlardan rahatsız olan halk (ve halkın içindeki homurdanan çoğunluk) televizyon karşısındaki şaşkınlığını kin ve öfkeye dönüştürüyor.

Demokrasilerin doğrudan olmadığı, seçilmiş delegeler tarafından seçmenin dolaylı olarak temsil edildiği ve özellikle Türkiye’de katılımcı da olmadığı tartışılmaz bir gerçek olsa da (yani karar verme aşamasında vatandaşın katkısı, “katılımcılığı” hele ki Türkiye gibi sivil toplumun yeterince aktif olmadığı toplumlarda yok denecek kadar az olsa da) burada tartışılabilecek iki nokta göze çarpıyor: 1) Adaletin üstünlüğü ilkesi ve 2) Şeffaflık. Ben bu iki ilkeden özellikle ikincisine fevkalade önem veriyorum. Orwellci bir evrende yaşamıyoruz belki, ama haberimiz olmadan pek çok şeyin planlanıp, uygulama aşamasında önümüze sunuluyor olması beni oldukça rahatsız ediyor.

“Beğeneceğin bir şey olsa sesini çıkarmazdın ama” diyenler olabilir. Haksız bir eleştiri olur kanımca. Öncelikle alternatifi sunulmayan bir şeyi beğenmem nasıl beklenebilir; belki her iyi uygulamayı kötü kılacak daha iyi bir alternatif vardır toplumsal diyalog aracılığıyla üretilmeyi bekleyen. Sonuçta bizi temsil eden 550 milletvekili, 70 milyonun kafası en çok çalışan azınlığı değil ya? (en üçkağıtçı azınlığı olabilir tabii)

Adaletin üstünlüğü ise, özellikle adaletten ne anladığımızın bağlamsallığına işaret ediyor. Her kavram gibi adalet de zamanla evrilecektir; evrim, adaletin bir parçasıdır. İnsanlar daha refah, özgürlükçü ve “adil” bir dünyayı hayal ettikçe adil olanı belirleyen kurallar da eğrilip bükülecektir. Fakat siz birkaç hafta öncesine kadar tanka taş atan çocukları hapse atıp (ve atmakla tehdit edip), birkaç hafta sonra dağdan inen teröristleri (gerillaları, militanları, içini siz doldurun bu kavramın) kısa bir sorgulama sonrası serbest bırakıyorsanız, adalet tanımını bükmüş olmazsınız, adaletsiz olursunuz. Hukuksal çerçeveyi bırakıp ahlaksal bir çerçeveden olaylara bakmaya çalışırsanız ise, kararlarınız, en azından benim ahlak çerçevemde yozlaşmışlıktan öteye gidemez.

Şimdi de eve dönüşün yurda yansımalarından akılda kalanlar üzerine kısa yorumlar:

1 . Eve dönüş karşılamaları – bir gövde gösterisi. Bence sorulması gereken soru şu: Neden şaşırıyoruz, ne bekliyorduk ki? Hem siyasal bir mesaj taşıyor olması hem de yurda dönenlerin yakınlarının haklı sevinci olarak ele alındığında kutlamalar şaşırtıcı değil. Bence bu karşılamalara reaksiyoner yaklaşmamalı, bu gösteriyi, siyasal mesajı her ne olursa olsun yıllardır bastırılan duyguların dışavurumu olarak değerlendirebilmeliyiz. 25 yıldır sürdürülen direnişte kazanılmış belki de tek zaferdir bu hem Türk hem de Kürtler adına. Militan kıyafetlerini eleştirenler oldu bir de. Televizyon önünde militan kıyafetleriyle el sallayanları takım elbiseye sokmak neyi değiştirir ki? Hele ki onları topluma kazandıramadıktan sonra! Hükümet adına esas sorun şimdi başlıyor; yurda dönenleri yurdun vatandaşı yapabilmek, bu hissiyatı aşılayabilmek.

2. Yurda dönen kimdir? Avrupa’dan gelecek yeni kafilenin, PKK’daki rolü, konumu, görevi nelerdir? Unutulmaması gereken önemli bir nokta, yurda dönenlerin insan öldüren, yani suç işleyen bir organizasyonun mensupları olduğudur. Nasıl ki Ergenekon kapsamında örgüt üyesi olmak suçundan pek çok kişi sorgulanmış ve/ya hapse atılmışsa, yurda dönen PKK’lıların da ciddi bir şekilde sorgulanması ve suçlarının cezasını çekiyor olması gerekiyor. Evet, bağışlamak büyüklük göstergesidir, fakat hoşgörü ve toleransın sınırlarının çok önce aşıldığı bir noktada duruyoruz. Devlet bireyden üstündür ilkesini savunan bir realist olarak yaftalanmak istemiyorum; elbette devlet, bireye karşı sorumlu olmalıdır. Fakat görünmez bir kontratla belirlenen bu sorumluluklar karşılıklıdır ve bir tarafın kontratı feshetmesinin (sebepleri ne kadar meşru olsa ya da olmasa da), alternatifini henüz bulamadığımız bu sistem içerisinde katlanılması gereken sonuçları vardır.

3. Eve dönüş, kimler tarafından planlanmıştır? Abdullah Öcalan, bu planlama sürecinin neresinde yer almaktadır? Abdullah Öcalan’ın açılım ve eve dönüşteki katkısının ne olduğunu açıklamayarak devlet, terör örgütü başına boyun eğmiyor imajının yaratılacağını düşünüyorsa eğer, daha iyi bir mazeret bulmalı.

4. – Şehit ailelerinin gösterileri – Oldukça normal; haykırışları haksız bulamayız. Evladını kaybeden bir annenin (ya da babanın) acısını ne paylaşabiliriz, ne de anlayabiliriz… bu çok hassas bir konu. Fakat şunu da es geçemeyiz ki ne PKK militanları, ne de şehit aileleri, bu tartışmada bir taraftır. Her iki zıt ucu da bu tartışmaya taraf olarak dâhil etmek, çözümsüzlüğün tek bir adım atamadan ilanıdır. Bu demek olmuyor ki şehit aileleri toplumsal diyaloga aktif olarak katılamayacak. Elbette hükümet çözüm önerileri düşünürken diyalog kapsamında dile getirilen görüşleri dikkate almalıdır; fakat politika, tek taraflı hassasiyetler üzerinden oluşturulursa, bir taraf her zaman diyalog dışı, yani politika-dışı kalacaktır.

Ayrıca, bu gösterilerin demokratik olmakla birlikte, her an bir kitle hareketine dönüşebileceğini, fakat Türkiye’deki pek çok kitle hareketi gibi kısa süreli (ve acılı) olabileceğini düşünüyorum. Milliyetçiliğin en kalın damarından beslenen bu gösteriler, ötekini “bizden” olarak gösteren AKP’nin eve dönüş hamlesi sonrası ötekine duyulan nefreti artırıyor. Bu ötekinin içinde AKPli milletvekillerinin de yer alıyor olması şaşırtıcı değil. Özellikle medya aracılığıyla bu tansiyonun düşürülmesi gerekiyor.