24 Haziran 2009 Çarşamba

TEZ 9: Mutluluk ile Aramızdaki Zaman Dilimi Tezi



Çok düşündüm, çok taşındım; mutluluğun anlamını bulamadım ama mutsuzluğun* nedenini buldum arkadaşlar. Mutsuzluğun nedeni mutluluk ile aramızdaki zaman dilimidir arkadaşlar. Biz bir anı yaşarken mutluluk hep arkada kalır. Yaşadığımız anda değişiklikler olduktan sonra, hayatımız başka bir dönüş yaptıktan sonra aptal bir mutluluk gelir geçmiş zamanla ilgili, ama artık adı pişmanlıktır. Örneğin “lisede ne kadar mutluymuşum derdim tasam yokmuş, tek derdim yüzümdeki sivilcelerimmiş” diyen bir Hakanımız (bkz. yukarıda solda) olsun. Hakan böyle fütursuzca isyan ederken “ohoooo sivilcede dert midir? Ben onun üstüne ne dertler ne çileler çektim” mi demektedir? Bana kalırsa Hakan’ın bütün yüzü yine lahmacundaki kıyma gibi sivilceyle dolu olsa dertlenecek ve üzülecektir, hayatından tiksinecektir. Bence hayat ileriye doğru giderken hep daha kötüye gidiyor tezi doğru değildir, hayat sadece ileriye gitmektedir, mutlulukta onu nedense hep arkadan takip etmektedir. Mutlulukla aramızda hep belli bir zaman dilimi bulunmaktadır. Peki bu zaman dilimi kaç yıla, kaç aya, kaç güne tekabül ediyor? Ayıptır söylemesi mühendis olduğumdan sayılarla aram iyidir, işte bu yüzden evreni ve yaşayışımızı değiştirecek bu zorlu soruyu yanıtlamak için matematiği kullandım ve bir formül oluşturdum.
Bu formülün doğru sonucu vermesini engelleyecek tek olasılık var; dürüst davranmamanız.
Formülü verdikten sonra, bir örnek üzerinde çalışıp nasıl kullanılması gerektiğini açıklayacağım. Akıllı olanlar ezberlemektense, mantığını öğrenir ve bir daha akıllarından çıkarmazlar.

Önceden söyleyeyim formül biraz uzun olduğundan verilen, istenen, çözüm şeklinde çalışmanız kavramanızı kolaylaştıracaktır.

Değerlendirmeyi yapabilmek için öncelikle değerlendirmek istediğiniz süreci belirlemelisiniz.

A= Değerlendirilmek istenen sürecin ay olarak uzunluğu
B= Değerlendirilmek istenen süreç bittiğindeki yaşınız
C= Genel Huysuzluk/Tatminsizlik Oranı (Bu oran 10 üstünden hesaplanır, genel olarak çok huysuz elinizdeki şeylerin değerini bilmeyen bir insansanız bu oran 10’dur, tersi durumda ise 1’dir.)
D= Süreç bittiğinde hayatınızda yaşanan değişimin şiddeti (Bu oran 10 üstünden hesaplanır, eğer çok şiddetli bir değişim yaşıyorsanız bu oran 10’dur, tersi durumda ise 1’dir.)

Şimdi de “Baz Mutluluk” dediğimiz oranı belirleyelim. Baz Mutluluk eğer beynimiz doğru düzgün çalışıyor olsa yaşayacağımız mutluluktur. 80 üzerinden hesaplanır, her biri 10 üzerinden (10=çok iyi; 1=iğrenç) hesaplanması gereken 10 bileşeni ise şu şekildedir;

E=Sağlık Durumu
F=Ekonomik Koşullar/Sosyal Statü (Boğazda oturmak ve Ferrari kullanmak istiyorum, ama hiçbiri yok, o yüzden 1, dememelisiniz, Türkiye şartlarına göre gerçekçi hedeflerle kendinize uygun bir oran belirlemelisiniz)
G=Manita Katsayısı (Düşündüğümüzden daha önemli bir etkendir)
H=Ailevi/Arkadaşsal Durum (Aileniz ve çevrenizde değer verdiğiniz arkadaşlarınızla ilgili değerlendirmenizdir.)
I=Pratik Yaşam Oranı (Bu oran hayatın size çıkardığı zorluklarla alakalıdır; örneğin her gün iş için Büyükçekmece’den Gebze’ye gitmeniz gerekiyorsa bu oran sizin için 1 olmalıdır.)
J=Kariyer/Eğitim Oranı (İşinizden ya da eğitiminizden memnuniyet oranınızdır)
K=Gelecek Umudu (Gelecek ile ilgili beklentilerinizin ne kadar pozitif olduğunu gösterir.)
L=Fiziksel Durum (Fiziksel olarak kendinizi ne kadar yeterli gördüğünüzü gösterir, Allah belamı versin ben çirkin ve şişman bir domuzum diyorsanız bu oran sizin için 1 olmalıdır.)

Time Frame for Happiness (TFH)=A*B*C/((E+F+G+H+I+J+K+L)*D)

Örnek:

24 yaşındaki Gencay (bkz.yukarıda sağda) 2009 Mayıs ayında 2 yıldır devam etmekte olduğu İTÜ Metalurji yüksek mühendisliğinden mezun olmuştur ve mutsuzdur. Gencay’ın ne zaman aslında bu dönemde mutlu olduğunu anlayacağını bulmak için öncelikle onu biraz daha yakından tanımalıyız;
Lise hayatı boyunca zamanının çoğunu okuduğu Fen Lisesi’nde ders çalışmaya harcadığından spor yapmaya vakit bulamamıştır, ara sıra yaptığı halı saha maçlarında defans oynamaya mahkumdur. Atletik bir yapısı olmasa da yavaş yavaş dökülmeye başlayan saçları dışında belirgin bir sağlık sorunu bulunmamaktadır.
Ailesi memleketi olan Bayburt’da yaşamaya devam etmektedir. Babası her ne kadar sert bir adam olsa da kendisi yaşlanıp yumuşamış ve son zamanlarda yüksek mühendis oğluyla gurur duyduğunu belli eder olmuştur, annesi de oğlunu çok sevmekte ve özlemektedir. Evli olan Ankara’da yaşayan ablasıyla da ilişkisi oldukça sıcaktır. Gencay 6 senedir 1’i Konya, 1’i Çankırı ve 1’i de Trabzon’lu üç arkadaşıyla beraber İstinye’de bir dairede yaşamaktadır. İstanbul’a geldiği ilk 2 sene içine kapanan Gencay daha sonra kendine gelmiş ve ortalama sayılabilecek bir çevre edinmiştir. Bu arkadaşlarıyla arada sırada evde Counter partisi yaparlar, arada sırada ise Taksim ve Beşiktaş civarında barlara giderler. Bu grup içinde sakin yapısıyla ve arada sırada patlattığı esprilerle bilinen, sevilen bir gençtir. Yine bazen neden bölümün en popüler çocukları ile arkadaş olamadığını merak etmektedir. 2 senedir aldığı Tübitak bursu Gencay’ı geçindirse de artık öğrenci hayatı yaşamaktan sıkılmıştır ve iş hayatıyla beraber biraz daha iyi standartlarda bir hayat yaşayacağını düşünmektedir.
Gencay karşı cinsin çok da ilgisini çeken bir erkek olmasa da Yüksek Lisans’ın ilk senesinde tanıştığı Çevre Mühendisliği ikinci sınıf öğrencisi Burcu ile çıkmaktadır. Gencay ilişkilerinin ilk 5 ayında kız arkadaş bulamadığı zamanları düşünerek çok mutlu olsa da daha sonraları Burcu’nun basenlerinin çok geniş olduğunu düşünmeye başlamış, favorilerinin çok belirgin olduğunu fark etmiş, acaba daha iyisini bulabilir miyim diye düşünmeye başlamıştır, ama ayrılmaya cesareti asla olmayacaktır.
Neyse ki Gencay’a hayatı zehir eden etkenler bulunmamaktadır. Okula otobüs ile rahatça ulaşmaktadır. Hayatını zorlaştıran tek etken evlerindeki tuvaletin sık sık tıkanması ve evin yeterince ısınmamasıdır.
Gencay İTÜ’ye ilk girdiğinde çok mutludur, ne de olsa ülkenin en iyi mühendislik üniversitesine girmiştir. Lisansı bitirmeden İTÜ’nün beklediği kadar muhteşem bir yer olmadığını, hiç ortam olmadığını anlamış olsa da iyi bir eğitim aldığını düşünmektedir. Metalurji mühendisliğinden hiç memnun değildir. Yüksek lisansa başlama nedeni ise iş hayatına atılmaya kendini hazır hissetmemesidir ve o zaman aldığı Tübitak bursu sayesinde hayatını sürdürebileceğini anlamıştır. Oysa ki son dönemlerde alfa beta derken hesap yapmaktan sıkılmıştır ve mühendislik yapmamayı düşünmektedir.
Son dönemde yaşanan kriz onu korkutmaktadır ve bu krizde nah iş bulurum diye düşünerek kaygılanmaktadır.
Gencay çirkin olmadığının bilincindedir ancak ne yaparsa yapsın kareli gömleklerinden vazgeçememektedir, saçları istediği gibi değildir ve kızlarla konuşurken erkeklerle olduğu kadar rahat değildir. Bu nedenlerle kendisini asla karizmatik bulmamaktadır.
Gencay iş hayatının başlamasıyla birlikte hayatının büyük oranda değişeceğini bilmektedir, ancak hangi yönde değişeceğinden emin değildir. Elindekilerle yetinmeyi bilen biri sayılabilir, ancak yine de “kaç senedir ömrümü çürüttüm şu İTÜ’de, nooldu sanki, şöyle adam gibi coşamadan, kızlı erkekli eğlenemeden, düz bir mühendis oldum” demektedir ve yüksek lisans dönemini mutsuz bir dönem olarak hatırlayacağını düşünmektedir.
Gencay aslında yüksek lisans döneminde mutlu olduğunu ne zaman anlayacaktır?

Çözüm:

Öncelikle Gencay’ın Baz Mutluluğunu hesaplamalıyız;

• E=9
• F=6
• G=6
• H=8
• I=8
• J=7
• K=6
• L=6
• Base Happiness: (9+6+6+8+7+6+6)=56.

Gencay aslında bu dönem içinde 56/80 gibi bir mutluluk oranındadır. Oysa ki diğer etkenler nedeniyle bu mutluluğu tam olarak hissedememektedir.

• A= 24
• B= 24
• C= 5
• D= 9

TFH=24*24*5/((9+6+6+8+7+6+6)*9)=5.7 ay

Gencay mezuniyetinden tam 5.7 ay sonra Şişecam’da işe girip 2 ay geçirdikten ve burada mutlu olmadığını fark edip yüksek lisans döneminin aslında çok eğlenceli ve mutlu geçtiğini düşünecek ve eskiye özlem duyacaktır.
Ölmek üzere olan 88 yaşındaki Rıza Amca hayatını değerlendirmek isterse A ve B çok büyük olacaktır, buna karşın E, K ve L çok düşük olacağından Rıza Amca’nın hayatından mutlu olabilmesi için gerekli olan zamana ömrü yetmeyecek ve gözü açık gidecektir.

Neden böyleyiz acaba?

22 Haziran 2009 Pazartesi

Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları


Avusturyalı Franz Von Werner 1836’da Viyana’da varlıklı bir Avusturyalı Katolik ailenin oğlu olarak doğar. 1853’te askere yazılır. Kırım savaşının Galiçya cephesinde Ruslarla savaşır. 1854’te esrarengiz biçimde birliğini terk eder ve Romanya üzerinden İstanbul’a kaçarak Osmanlı Devleti’ne sığınır. Murad Efendi adını alarak Polonyalı Michael Czaikowsky’nin (Mehmet Sadık Paşa) komutasındaki Kızıl Kazaklar adlı birliğe katılır. Ancak Müslüman olmaz. Ordudan ayrıldığı 1858’den ölümüne değin yaşamını Osmanlı hariciyesinin bir bürokratı olarak sürdürür. Aynı dönemde Avusturyalılardan kaçarak Osmanlılara sığınan, mecburiyet içindeki Macar ve Polonyalı mültecilerin aksine varlıklı bir Avusturyalı ailenin oğlu olan Werner’in bu tercihi nasıl açıklanabilir?

Murad Efendi nam-ı diğer Franz Von Werner'in çeyrek yüzyıllık Türkiye deneyiminin ürünü olan eseri Türkiye Manzaraları'nı inceleyen makalenin devamına "seçkin kitabevlerinde" erişebilirsiniz:

Alper Yağcı, "Murad Efendi'den Türkiye Manzaraları," Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, sayı: 8, bahar 2009, sf. 133-155.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Mimariyle Savaşmak, İsrail’in savaş stratejisi olarak mimarlık


Estetik yönden algılama isteğimiz benimkiler gibi eğitilmemiş gözlerin mimarinin aslında ne kadar stratejik bir araç olduğunu anlamasını engelliyor. Savaş gibi estetikten yoksun bir alan bile aslında mimarinin nimetlerinden yüzyıllardır yararlanıyor. Son dönemde mimarinin savaş içerisindeki kullanım alanı ve önemi git gide arttı. Özellikle İsrail-Filistin mücadelesinde mimari yapılanma; yapmak ve dönüştürmek üzerinden neredeyse savaşın salt amacı haline gelmiş durumda.

Lefevbre “planlama kağıt üzerinde masum gözükebilir ama sahada planları gerçekleştirenler buldozerlerdir” der . Dolayısıyla mimari ve onun son ürününü sadece estetik açıdan ele almak büyük bir yanılgıya neden olur. Mimari sadece estetik değil aynı zamanda ve estetikten daha yoğun bir biçimde kullanışlılığı, doğru amaca doğru şekilde hizmet hedefler. Mimariyi sadece estetik olarak ele almak mimari sürecin ardındaki aklı görmezden gelmemiz anlamına gelir. Mimari sadece gözümüze güzel gelen, hayatımızı kolaylaştıran değil aynı zamanda dönem dönem belli hayatları belli şekillerde zorlaştıran öğelerin birlikteliğinden oluşur. Mimari anlayışı estetik dışında da düşünmeye başladığımız zaman karşımıza yeni kapılar açılıyor. Lefebvre’in sözünde vurgu sadece mimarinin kağıt üstündeki masumiyeti ve sahadaki yıkıcılık arasındaki tezatta değil. Aynı cümle farklı bir noktadan mimaride yapmak ve yıkmak fiillerinin ne kadar iç içe, tamamlayıcı şekilde kullanıldığını da hatırlatır nitelikte. Yapmak için bir şeyleri değiştirmek, kazmak, kesmek, sökmek, kaldırmak; yeniden inşa etmek içinse zaten var olanı yıkmak, yok etmek, ezmek, parçalamak gerekir. Özellikle kontrol, baskı ve cezadan bahsediliyorsa yapmak, yıkmak, var olanı bir amaç uğruna dönüştürmek birbirinin ardılı fiillerdir.

Mekanı dönüştürmek her şekliyle politik bir eylem. İster yapın, ister yıkın mekanı belirli bir şekilde dönüştürdüğünüz an orada tezahür edecek ilişkilere de dolaylı bir müdahalede bulunmuş oluyorsunuz. Tam da bu dolaylı ilişki nedeniyle mekanın nasıl, ne amaçla kurgulandığı kendi başına anlam bir konu haline geliyor. Mekansal mücadeleler tek taraflı yaşanmıyor, her kurgu kendi karşıt denge gücünü oluşturuyor. Ama bu kurgulayanın amaçlarını incelemeyi önemsiz kılmaz. Kurgunun nasıl kırıldığı ya da kurguya nasıl meydan okunduğu kadar kurgunun içsel mantığı, hedeflediği güç dengesi de önemli. Farklı amaçlarla farklı uzamlarda kurgulanan mekanlar var. Ekonomik, sosyal, politik ve kültürel amaçlarla, bazen de çok amaçlı olarak kurgulanıyor mekanlar. Tabii askeri amaçlıları da unutmamak gerek. Her ordu ya da her militer yapılanma mekanı kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda kurgulamaya çalışıyor. Vietnam’da ormanları iyi tanıyan yerli gerillaların dünyanın en büyük askeri gücünü bu tür bir mekansal stratejiyle neredeyse yenilgiyi uğrattığını hatırladığımız zaman çıplak mekanın savaş stratejilerinin oluşturulmasında ne kadar temel bir yeri olduğunu kolayca görüyoruz. Ama askeri yapılar ile mimari arasındaki ilişki uzamın hali hazırda var olan belirleyiciliğini bir adım ileri taşıyor. Zira bu noktada sadece arazi yapısı değil; arazi üzerine kurulacak mimari yapılar ve/veya yıkılacak, dönüştürülecek olanlar da önemli hale geliyor. Bu durum da konvansiyonel silahların, stratejilerin ve arazinin yanı sıra; ve hatta daha çok; mimarinin belirleyici olduğu çatışmalar çıkarıyor ortaya.

Savaşmak çeşitli taktikler bütünü ve bu taktikler hiçbir dönem statik kalmıyor, sürekli değişip dönüşüyor. Eğer bir savaşı kazanmanın yolu düşmanı şaşırmaksa kullanılabilecek silahların ve araçların değişimi savaşmak işinin bir parçası oluyor. Sadece konvansiyonel silahlar kullanan orduların boş arazilerde karşılıklı gelmesine dayanan savaşlar geçmişte kaldı. Artık savaş kapımızın önünde, evimizin içinde, şehirlerde, günlük hayatımıza ait olduğunu zannettiğimiz alanlarda. Hava saldırıları, şehirlerin yakılıp yıkılması bize hiç de güvende olmadığımızı, savaşın tam da en stratejik piyonları haline geldiğimizi hatırlatıp duruyor. Mimari de sürekli değişen bu savaş araçlarından biri. Mimari objelerin savaş stratejilerinin parçası haline gelmesi yeni değil, neredeyse savaş sanatının kendisi kadar eski. Şehir surları, kapıları, kuleler, dehlizler ve hatta düşman sahasına hediye kisvesiyle gönderilen tahta atlar savaşmanın aslında sırf doğal uzam ile değil; aynı zamanda planlanmış alanla da (built environment) ne kadar sıkı ilişkileri olduğunu gösteriyor. Her ne kadar mimarinin savaşlarda kullanımı ezelden beri süre gelse de, kullanım şekli zaman içerisinde büyük değişiklikler gösterdi. Eski savaş stratejilerinde orduların mimari yapılar ile olan ilişkileri daha çok yıkmak üzerinden ilerlerdi. Köprüleri yıkmak, tarihi binaları yıkmak; yakıp yıkıp yok etmek üzerinden. Böylece savaş sonrası elde salt alan kalmış olurdu ve bu alan kimin elinde kaldıysa o kendine uygun planlamayı yapıp kendi alanını inşa ederdi. Savaş literatüründe yıkmak fiili yerini son zamanlarda inşa etmek ve bozmak fiillerine bıraktı. Ordular stratejilerini sadece yıkmak değil, ya yıkıp yerine başka bir şey inşa etmek ya da var olanı dönüştürmek üzerinden yürütüyorlar.

Her ne kadar savaş ve mimari arasındaki ilişki farklı düzlemlerde ele alınabilir olsa da İsrail-Filistin mücadelesinde mimarinin ayrı bir yeri var. Yüzyılımızın en uzun soluklu sıcak çatışma alanı olan bölgede taraflar mücadelelerinin meşruluğunu alan üzerinde hak iddia ederek kuruyorlar. Dolayısıyla alan savaşın amacı ve aynı zamanda mücadelenin gerçekleştiği düzlem oluyor. İsrail devlet ideolojisinin ve onun sahadaki yansıması olan İsrail Savunma Kuvvetleri’nin mimariyle çok ikircikli bir ilişkisi var. İnşaat bir yandan kontrol etmek, hükmetmek için bir araç haline getirilirken diğer yandan da var olan yapılanma ordunun stratejilerine uygun yeni şekillere sokuluyor. Yapmak ve var olanı dönüştürmek İsrail’in savaş stratejilerinden son dönemde en popüler olanı. Tabi bu demek değil ki mimari sadece İsrail tarafından kullanılıyor. Dünyada birçok ordu ve askeri yapılanma mimari teori ve pratiği kendi savaşlarında kullanmakta. Herkes uzam üzerinde söz sahibi olmak ve bu vasıtayla da mücadelede stratejik bir üstünlük elde etmek istiyor. Ama İsrail’in bu alanda özel bir yeri var, çünkü bu işini iyi yapıyor. Yıllardır devam eden bir çatışma ya da çatışma olasılığı psikolojisi onları sürekli hazır olmaya zorluyor. Bu da mekanın dönüştürülmesi, yeni mekansallıklar yaratılması konusunda yaratıcılığı arttırıyor. Bunun yanı sıra İsrail ordusunun bu iş için ayırdığı bütçe çok büyük. Dolayısıyla ordunun mekansal stratejileri son derece pahalı, geniş çaplı ve dikkat çekici, yarattıkları etki de aynı ölçüden büyük; hem bölgede hem de dünya kamuoyunda.

İsrail’in askeri inşaatlarının boyutları ve maliyetleri ve bununla paralel olarak yarattığı etki dikkatleri bölgeye çekiyor. Kontrol noktaları, sınır ötesi İsrail yerleşimleri ve Gazze’nin etrafını kuşatan, Batı Şeria’da da inşaatı başlanan duvar ve bunların yanında otobanlar, altgeçitler, üst bağlantı yolları mimari çözümlerin nasıl güvenlik sektörüne eklemlendirilip savaş mimarisi olarak kullanıldığının sahadaki yansımaları. Tüm bu mimari objeler Filistin halkının kontrolüne olanak sağlıyor. Duvar aynı zamanda İsrail’de yapılan en büyük ve en pahalı mimari-askeri yapı. Tel örgüler, kontrol kameraları, ısı sensörleri, askeri araçlar için geçiş yolları duvar projesinin birer parçası. Ayrıca belirli aralıklarla inşa edilen kontrol noktaları ve bu noktalardaki mekanizmalar, geçişler, kapıların yerleri, kafes şeklindeki yollar belirli amaçlara hizmet etmek adına detaylı birer hesaplama sonucunda inşa ediliyor. Tabiî ki burada bu yapıların mimarların fikri alınarak ve/veya estetik kaygılar güdülerek yapıldığını ima etmek istemiyorum. Çünkü yok öyle bir şey. Estetik yerine amaca doğru ve en ekonomik şekilde hizmet etmek var. En azından duvar projesinde hiçbir mimarin görev almadığını biliniyor. Fakat bu durum da beraberinde yeni bir soruyu getiriyor. Bir yapının mimari olabilmesi için illa bir mimar tarafından çizilmiş olması mı gerekir? 2004 yılında İsrail Mimarlar Derneği’nin yıllık kurultayında Gideon Harlap duvarın inşaatı sırasında hiçbir mimarın konu üzerinde çalıştırılmadığı ve bunun sonucunda da ortaya son derece çirkin ve hantal bir yapının ortaya çıktığını belirtiyor. Harlap’a göre eğer mimarlar da sürece dahil edilmiş olsalardı, ortaya Çin Seddi kadar görkemli bir yapı çıkarılabilirdi. Böyle bir yapı uluslararası arenadaki duvar muhalefetini bile engelleyebilirdi. Duvar, İsrail Savunma Kuvvetleri Merkez Komutanlığı’na bağlı Bölgesel ve Stratejik Planlama Departmanı’nda çalışan güvenlik planlaması konusunda uzmanlaşmış inşaat mühendisleri tarafından tasarlandı ve uygulamaya koyuldu. Bu noktada yepyeni bir tartışma konusu açılıyor önümüzde. Mimarlar ne yaparlar, mimarinin amaçları nedir? İsrail’in Batı Şeria’daki Filistinli, halkı kontrol etmek için inşa ettiği, birçok köyün ortasından geçerek, birçok köylüyü topraklarından ayırarak; sağlık, eğitim, iş imkanlarını kontrol noktalarının bir tarafında insanları diğer tarafında bırakarak bölge halkının üzerinde göç etmeleri için ekonomik, sosyal ve politik bir baskı mekanizması yaratan, geçişleri kontrol altına alarak terörü engellemeye çalıştığı iddia edilen duvar, eğer bir mimar tarafından daha süslü hale getirilseydi şu an gözüktüğü kadar çirkin gözükmeyecek, şu anki kadar tepki çekmeyecek, bazıları için hayatı çekilmez hale getirmeyecek miydi? Mimarinin sihirli değneği duvarı sevilebilir, kabul edilebilir kılabilir miydi?

Her ne kadar mimar tarafından detaylandırılmamış olsalar da duvarlar, otoyollar, kontrol noktaları bazı işlevsel yükümlülükleri yerine getirmek için tasarlanmış ve kurulmuş fiziki yapılardır. Dolayısıyla salt bu saydığım özelliklerinden dolayı bu yapılar birer mimari yapıdır. Bunun yanı sıra hizmet ettikleri amacın Filistin halkının kontrolünün sağlanması, İsrail halkının belli şekillerde korunması olduğu ve bu yapıların direkt olarak askeri birlikler tarafından kurulup, denetlendiği göz önüne alınırsa bunlar savaş mimarisinin vazgeçilmez birer parçası.

İsrail Savunma Kuvvetleri mimariyi eğitim süreçlerine dek katmış durumda. Askeri okullarda uzam ve mimari felsefecileri okunuyor, Deleuze ve Guattari bu isimlerin başını çekiyor. Onların geliştirdikleri teoriler İsrail Savunma Kuvvetleri tarafında modifiye edilip savaş stratejisi olarak sahaya uygulanıyor. Deleuze-Guattari ikilisi tarafından geliştirilen çizgili ve yumuşak uzam kavramları İsrail ve Filistinliler’in yaşam alanlarına uygulanıyor. Duvarlar, tel örgüler, bloke edilmiş yollar Filistin alanını çizgili kılıyor. Bunun yanında yumuşak alan daha dönüştürülebilir, belli sınırlara ya da engellere sahip değilmiş gibi duran uzamlar için kullanılıyor. Hatta ordu operasyon yapacağı zaman alanı yumuşatmak (smooth out space) terimini kullanıyor. Uzamın dönüştürülebilirliği ve bunun bir strateji olarak ele alınması, alanların düzleştirilmesi ya da gerekli yerlerde çizgilendirilmesi ordunun hareket kabiliyetini ve hâkimiyetini arttırıyor.

Hali hazırda var olan uzamlarda hareket etmek, boş arazileri mücadelede avantaj sağlayacağına inanılan yapılar inşa etmekten çok daha karmaşık stratejiler gerektiriyor. Zira İsrail ordusu ve Filistin gerillaları arasındaki savaşların büyük bir çoğunluğu yerleşim merkezlerinde sürdürülüyor. En sıcak çatışmalar genellikle Filistin mülteci kamplarında yaşanıyor. Kamplar Filistinli mültecilerin evlerinden oluşan mahalleler veya şehircikler görünümünde. Dolayısıyla bu mekanların mimari yapıları Filistinliler tarafından belirlenmiş ya da en azından ezbere biliniyor. Bu durum sokaklardan geçerek çatışma yapmayı İsrail ordusu için son derece güç ve tehlikeli kılıyor. Sokaklar ve diğer stratejik noktalar Filistinlilerin kontrolünde ve İsraillilerin kullanacağı olası yolları göre stratejiler çok önceden belirlenmiş oluyor. Bu noktada İsrail ordusu kendine yeni stratejiler geliştiriyor. Kentsel sentaksı küçük taktikler vasıtasıyla yeniden düzenliyor. Sokaklar, caddeler, yollar, bahçeler İsrailliler için fazlasıyla tehlikeli. Ordu kumandanları biri uzamın nasıl yorumlandığının önemini vurguluyor. Normalde bir odaya giriş çıkış kapılar ve/veya pencere gibi diğer açıklıklardan sağlanır. Ama bu açıklıklardan çıkmak düşman tarafından tahmin edilebilir olduğu için aynı zamanda tehlikelidir de. Savaşmak düşmanı şaşırmayı gerekli kılar, bu noktadan hareketle İsrail ordusu mensupları kapı, pencere kullanmayıp tam da çıkmaları beklenmeyen yerlerden çıkıyor. Çatışmaların yaşandığı Filistin kamplarındaki halkın savaş deneyimleri eskisinden çok farklı. Oturma odasında televizyon seyrederken birden yanı başınızdaki duvar yıkılıp İsrail askerileri salonu doldurabiliyor. Bu durumların çoğunda aile belirsiz bir süreliğine bir odaya kapatılıyor. Askerler ise daha önce belirlenmiş olan ilerleme planı çerçevesinde, mesela yatak odasından, bir delik açarak komşu eve geçiyor ya da evde bir süre kamp kuruyorlar. Duvarlardan geçme stratejisi iki amaca hizmet ediyor. Birincisi böylece askerler görünmüyor ve hedef haline gelmiyor. İkinci amaç ise bu yöntem sayesinde İsrail ordusu savaş kazanmanın en önemi unsurunu yerine getiriyor, Filistinlilerin hiç beklemedikleri yerlerden çıkarak düşmanı şaşırtıyorlar. Bu taktik dolayısıyla artık birçok silahlı mücadele caddelerden evlerin salonlarına, yatak odalarına taşınmış durumda. İsrail askerleri tarafından yakalanan bir Filistinli savaşçı, “her yerden çıkıyorlar, bununla nasıl savaşabilirsiniz?” diyerek aslında mekanı bu şekilde dönüşmenin bir savaş taktiği olarak amaca ne kadar doğru şekilde hizmet ettiğini dile getiriyor.

İsrail ordusu bir yandan yoktan var ediyor. Bir yandan da var olanı dönüştürüyor, bozuyor ve stratejiye uygun hale getiriyor. Her şekilde mimariyle uğraşıyor. Tabiî ki bu mücadelede yalnız değil, düşmanları da mimari yapılanmanın imkanlarından yararlanmada son derece başarılılar. Onlar da İsrail’in yarattıklarında, mesela duvarda, delikler açarak, yıkarak, parçalayarak, çalarak mimariyle ve onun arkasındaki kurucu akılla olan mücadelelerini sürdürüyorlar. Fakat İsrail ordusunun bu alanda harcadığı para ve kullandığı teknoloji onları bir adım öne çıkarıyor. Tüm mücadele aslında mekansal politik yapılanmaların her tür mücadelede nasıl da aktif bir rol oynadığını gösteriyor. Savaş, çatışma, ne denirse, sanki İsrail Filistin arasında değil de mimariyle taraflar arasında sürdürülüyor. Sanki bir noktada mimariye hükmetmek diğer tüm amaçların yerine alıyor. Amaç düşmanı yenmek değil, uzamla mimari taktikler aracılığıyla mücadele etmek oluyor.


bu yazı www.mekanar.com adresinde yayınlanmıştır.