30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ahlaksız Yalnızlık... Yalnızlığa Özlem

Geçtiğimiz hafta 32. Gün programında yaşananlar, yalnızca “İslamcı” ve “laik” medyadan temsilcilerin Türkan Saylan üzerinden münakaşaya girmesi olarak okunur ve çağdaşlaşma üzerine farklı yorumların “aydınlar” nezdinde yansıması yönüyle ele alınırsa, çok önemli bir nüans unutulur: Türkiye’de eleştiri-eleştirel düşünce- kültürü, kanaat önderleri özelinde ve temsil ettikleri toplum genelinde tehlike sinyalleri vermektedir. Bu kültür monofobiktir, yalnız kalmaktan korkar, çünkü yalnızlık, geçmiş hatalarla yüzleşmeyi beraberinde getirir. Bu yüzden Türkiye’de eleştiri, ötekileştirici bir karaktere sahiptir; ötekisini yaratamamanın korkusuyla motive olur. Özeleştiriye müsaade etmeyen bu yaklaşım, kendini öteki olarak gördüğü üzerinden tanımlar, ahlak çerçevesini bu tanıma oturtur. Bu yaklaşım doğrultusunda “benlik”, kendine bir bayrak taşıyıcı seçer ve tartışmayı onun üzerinden yürütür. Öteki de aynı şekilde, seçilmiş bayrak taşıyıcıyı ahlaki açıdan yıkıntıya uğratma amacını güder. Peki ya o bayrak taşıyıcı gözden kaybolunca ne olur? Yerine bir yenisi konur, tartışma aynı çerçeveden sürdürülür. Fakat bu yeni temsilci seçilene kadar toplum ve “aydınlar”, bir boşluğa düşer. İşte bu boşluktur ki bizi yalnız bırakır, ahlaksız kılar.

Geçtiğimiz hafta televizyon ekranında, yalnızlığıyla yüzleşen insanların tartışmasını izledik. Bir anlamda yarattığı öteki ile yarattığı benliği kaybeden yalnızların çatışmasıydı bu. Anlamlandırılamayan yalnızlığın kimsesiz kalmış çocukları, yaslanacağı ahlaki çerçeveden yoksun, sözün bittiği, anlamın yittiği o anın içine sıkışıp karşımızda belirdi küfürleriyle. Ekranın solunda Vakit Gazetesi yazarı Sedat Arseven, sağında Cumhuriyet gazetesi yazarı Ümit Zileli ve Mehmet Faraç. Konuştukları şeyin bir kelimesini dahi anlamak güçtü. Birkaç tam cümle kurma denemesinin ardından, anlam tamamen kayboldu; uyumsuz kelimelerden oluşan, buyurgan ve saldırgan bir anlamsızlığa dönüştü.

“Aslında kaygımız, yalnızlığımızı çoktan bir yana itmiş, ondan artık kurtulmuş olduğumuzu sanmaktan ileri gelmiştir” der Octavio Paz Yalnızlık Dolambacı’nda. Haklıdır da; hayatın her evresinde yalnızlığımızı bastırmanın yollarını arar, bir yara gibi saklarız onu. Saklarız çünkü yalnızlık, insanın hatalarını bir başkasında arayamadığı, söz ve eylemin asıl sahibi olduğu ve dolayısıyla sorumluluğunu taşıdığı o andır. Ondan böylece kurtulduğumuzu sanırız fakat yara içten içe kaşınır, kaşıdıkça da kanar. Ahlak kabuğuyla kapanmış yalnızlık yarası, her kaşınmada biraz daha açılır ve altında insan, ahlaktan yoksun doğasıyla karşılaşır.

Toplumsal yaşam, bireyin yalnızlığına tahammülsüzdür çünkü yalnızlığa terk edilmiş birey, kendiyle yüzleşir. Anlamlar dünyasını toplumsalın gölgesinde değil, bireyselin ışığında oluşturma yoluna gider. Yalnız birey ötekisinden de mahrum kalır: ne dayanabileceği bir toplum, ne de akıl danışacağı bir buyruk vardır ahlak sistemini tamamlayan. Çevresi, bireylerden oluşan bir kitle tarafından sarılmıştır. Anın durağanlığında sıkışıp kalmıştır; ne içe dönebilir, ne dışa çıkabilir; ne paylaşımdır, ne de ayrılık. Yalnızlık diyalektiğidir bu Paz’a göre. Bu davranış uzun sürmez, izin verilmez, çünkü kitleleşen toplumun nazarında anarşiktir, reddedilir, cezalandırılır.

Bazen de kırılmalar olur. Ahlakı belirleyen doğruluk ve yanlışlıklar bütünlüğünün oluşturduğu normlarda sembolleşen bir şahıs artık yoktur. İnşa edilen ahlaki değerlerin temeli bir anda sarsılır, yara kaşınır, kabuk açılır. Sanki merhum, ölümüyle sadece bedenini değil de, bu dünyaya bırakmak istediği değerleri ve temsil ettiği fikirleri de almış, götürmüştür beraberinde. Kitleselliğin yapaylığında yoğrulan anlamlar yiter, harç tutmaz olur. Toplulukları bir arada tutan bağ, yalnızlığını anlamlandırmaya çalışan insanlarca sorgulanır. Hem de tüm ahlaksızlığı ile.

Yalnız kalma korkusudur kendimize ve ötekine anlam kazandıran. “Yalnızlık dolambacında yalnız başına çırpınıp duran, aynı zamanda birleşme ve bütünleşmeye çabalayan kişidir yalnız insan” Paz’ın sözleriyle. Yalnızlık dolambacında sıkışmış anın durağanlığında dans edip durmak ürkütür bizleri. Biz, maskeli balonun davetlileri, yalnızlığını farklı renk ve desenlerle süslenmiş maskelerle saklamaya alış(tırıl)mış insanlar. Sadece taktığı maskelerle siyasallaşabilen, doğalı dışlayan bir dünyada, maskesizliğin getireceklerinden korkarak yaşayanlar. O maskeler düştüğünde ise, sözcüklerimizin anlamsızlığını, peşinden koştuğumuz düşüncelerin ve bu düşünceleri gerçekleştirmek için yarattığımız ahlak sisteminin yanlışlıklarını görürüz. O maske düştüğünde, hepimiz altında yatan yalnız insanın farkına varırız.

Bu farkındalık ölesiye acıdır; çünkü kurgulamış farklılıkları ortadan kaldırır. Yalnızlık anında benliği ötekinden ayıran o yapay ayrım kaybolur. Bu sebeple televizyon ekranında Sedat Arseven de, Ümit Zileli de, Mehmet Faraç da birdir benim gözümde. Bir hiçliği temsil ederler. Maskesiz kalmış bireylerdir ve küfürleriyle yeni maskeler edinmeye çalışırlar. Fakat nafile. Yalnızlık ahlaksızdır ve ahlaksız olan güzeldir. Küfürlerdir ahlaksız ve güzel olan; yalnız başına çırpınıp duran o yalnız insanın bütünleşme, birleşme çabasını beraberinde taşıyan. Küfürlerle farkına varır insan, ötekisinden yoksun yalnız bireyin fikirlerini savunmadaki acizliğini. Ve küfürlerdir boşluğa savrulan, sonra dönüp tekrar sahibini bulan. Kavganın tarafları birbirlerini “ahlaksızlık” ile suçlayadursun, düşünmek lazım: ortada savunulacak bir ahlaki bütünlük kaldı mı ki bu “ahlaksız” suçlamalar yerini bulsun?

28 Mayıs 2009 Perşembe

Tez 7: İstanbul’un Fethi Tezi






Uyarayım sert gireceğim, çünkü bu konuda biraz gerginim. 29 Mayıs geliyor yine... Niye kutluyoruz kardeşim biz hala bunu? Böyle bir şeyi kutlamanın ayıp olduğunu niye hala düşünemiyoruz? Bir ulusun kurtuluşunu simgeleyen olayları kutlamasını anlarım ama İstanbul’un Fethi pek de öyle bir durum değil.

İstanbul'un fethini düşündüğümde, bana okulda verilen eğitim sayesinde kafamda çok net bir resim oluşuyor;

“Yapıları gereği Bizanslılar o sıralarda birbirlerine kahpe oyunlar yaptıktan sonra birbirlerine kıl olup “Dei Dei Opus Dei ne iğrenç insanlarız, kapı komşumuzdan öğrenemedik adam olmayı hala” diye düşünüp sokaklarda “Latin serpusu yerine Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyerek dolaşıyorlardı ve elbette ki Fatih Sultan inanılmaz derecede hoş görülü davranarak sadece kötülük yapanları ve sınırlarını savunanları biraz tartakladı. Şanslıyız ki o savaşta insanı dibe çeken Almanlarla ortaklığa girmemiştik ve Bizanslılarda Katerina kadar güzel bir bayan yoktu, ya da Fatih Sultan’ın yanında daha güzelleri vardı. Bazı ileri görüşlü Bizanslılar ise biz kıçımızı yıkamayı öğreneceğiz, Türkler gibi mis kokmak için Fransızlar gibi parfümü icat etmek zorunda kalmayacağız diye seviniyor olmalılar. Bir çok Bizanslı kadın ise gemileri karadan geçirecek kadar zeki ve kuvvetli Türk erkeğinden çocuklar yapmak için bekliyordu. Orta Çağ ise o sıralar kozasının içindeki bir tırtıl kadar heyecanlıydı, Rönesans mönesans hikaye "Fatih is the man" diyordu. (Buna inanmayanlar için ise şöyle bir laf var mesela; Fatih İstanbul’u fethedilince kaçan bilim adamları Rönesans’ın tetikleyicisi oldular. Bu da değişik bir övünç kaynağı.)”

Bu kafamdaki resim bazen eğlenceli gelse de anlayamıyorum neden böyle bir olayı kutladığımızı. Kardeşim Osmanlı daha önce hiçbir dönemde kendine ait olmayan bir toprağı kılıç zoruyla aldı. Tarihi olayların yaşandıkları zaman dilimi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin ve böyle değerlendirildiğinde İstanbul’un Fethi’nin Osmanlı İmparatorluğu için önemli olduğunu da anlıyorum. Bu nedenle bu durumu kutlamayı hadi diyelim 1853’lere kadar 400 sene kabul edebilirim, ama artık bir şeylerin farkına varalım; günümüz değerleriyle bu hafiften gaspa girer. ABD Irak’a özgürlüğü getirdiği günü bayram ilan etse hoş mu olur?

Bizim bu işte yanlış bir şeyler olduğunu anlayamamamızın nedeni bence kafamızda oluşan, benim de az önce bahsettiğim resim. Bir ülkede gençlerin %90’ı “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” diyorsa o ülkede ters giden bir şeyler vardır.

Ara Tez: Yukarda solda gördüğümüz Fatih Sultan Mehmet resmini hepiniz Tarih kitaplarınızdan hatırlayacaksınız. Bu resim bence çoğumuzun yakından tanıdığı Alican Yıldırım’ın Fatih Sultan Mehmet’in küçük, küçük torunu olduğunun en açık kanıtıdır.

Dip Not 1: Yukarıda ortada gördüğünüz İstanbul’un Fethi resminde yerde yatanların öldüğüne, öldülerse de Osmanlı askerleri tarafından öldürüldüklerine dair hiçbir kanıt yoktur, zaten bu resim çizildikten sonra orada bulunan herkes ellerindeki kılıçları bırakıp hoşgörüyle birbirlerine sarılmıştır.

Dip Not 2: Yukarda sağda gördüğünüz İstanbul’un Fethi’nin 554. Yılı Kutlamasıyla ilgili afişte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin insanlarla net bir şekilde dalga geçmektedir.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Tez 6: Amerikan Tezi




Arkadaşlar fark ettim ki dünyada Amerikalı’lara karşı ırkçı söylemlerde bulunmak serbest. Özellikle de bu blogdakilerle benzer bir geçmişe, benzer bir eğitim düzeyine sahip, hümanist olduğunu iddia eden ve kendini aydın olarak gören bazı çevrelerce Amerikalıları itin götüne sokmak apaydın olmak için bir araç. Bu kesimlerin en büyük iddiası ise Amerikalıların aptal olduğu. Amerika’nın dünya siyasetindeki tavrının arkasında yatanları biraz da böyle açıklamaya çalışıyorlar belki de. Bunu sadece Türkler değil birçok ulus yapıyor. Sokaktan geçen obez Amerikalılara “Hey Corc Eyfel nerede?” diye sorup “Gotta be in Texas” cevabını alınca ya da sarışın Kaliforniya kızına “Should USA invade France?” diye sorup “Oh my goshh I was like I like Christian Dior” cevabı alınca tezlerinin doğruluğundan emin bir şekilde kahkahalarla gülüyor bu kesimin şovmenleri. Benim buna itirazım var arkadaşlar; Amerikalılar aptal falan değil. Öncelikle bence burada tartışılan konu tam olarak zeka düzeyi değil, çünkü ulusların zeka düzeylerini karşılaştırmak çok gerizekalıca olurdu. Burada karşılaştırılan bir bakıma ulusların dünya görüşleri olabilir. İşte hatanın başladığı nokta bu; Boğaziçili ya da LSEli birinin tutup da Wyoming’de bankada çalışan bir data analisti Corc’un(bkz. yukarıda sağda) dünya görüşüyle kendisininkini karşılaştırıp, sonra da adamın aptal olduğuna karar vermesi. Bence burada kendimizle karşılaştırdığımız Corc içinde bulunduğumuz çağın modern köylüsüdür. Bizi yanıltan nokta Corc’un üniversite mezunu olması, müstakil ve güzel bir evde oturması, gezecek kadar parası olması, evinde interneti bulunması. Ancak bu hayat standardının bir geniş dünya görüşünü beraberinde getirmesi gerektiğini düşünmek anlamlı değildir, çünkü dünya görüşünüzü belirleyen hayat standardınız değildir. Corc bir köylünün tarlaya gidip ekip biçtiği gibi her gün iş yerine gidip bir bilgisayarda veri girmektedir ve ayda 2,500 Dolar maaşı ona elindeki yaşam standartlarını sunmaktadır. Ancak onun Almanca öğrenmek ya da Peru’yu ziyaret etmek gibi bir kaygısı olamaz. Belki Wyoming’in dışına bile çıkmamıştır. Hafta sonu programı karısı Cenifir’la beraber pazarları kiliseye gitmektir. (Cuma’ya gittim gelicem.) Hafta içlerinde ise işe gider, eve gelir , Budweiser’ını açar ve Amerikan Futbol’u maçını izler (Ara Tez: holiganlık yapmadan izler. Aslında spor aktivitelerinde gösterdikleri tavırlar Amerikalılar Türkler dahil bir çok ulustan daha az vahşi olduğunu göstermektedir). Bir Boğaziçili’nin kendini karşılaştırması gereken kesim Amerika’da da Türkiye’de olduğu gibi toplumun ancak %0,00014’üne karşı gelmektedir. Bu insanlar Harvardlı Maykıl, Berkeleyli Çeng’dir (Çeng Çinli, Çeng Çinli diye sevinmesinler tezimin karşısında olanlar). Maykıl ve Çeng’in dünya görüşü en az Türkiye’deki karşılıkları kadar geniştir.
Bu tez Amerika’nın yaptıklarını tasdik ettiğim anlamına gelmemeli elbette. Ancak Amerika’yı eleştirirken bu kadar da basite kaçmamalıyız diye düşünüyorum. ABD’nin dünya politikasında vahşi bir tavrı olduğu doğrudur, belki az önce bahsettiğim Wyoming’li data analisti Corc’a sorsak “States Rules!!!!!!!” der ABD’nin dünyayı yönettiğini söyler, Bush’un politikalarını destekler, ancak unutmayalım ki Corc’un Türkiye’deki karşılığı da yakın zamanda “81 Düzce, 82 Musul, 83 Kerkük” diye sayan “Kıbrıs’ı alalım mı?” diye sorsak “Alalım, Puşt Yunanları denize dökelim” diyecek, bir politik lider kürsüden adam asmak için ip atınca aşağıda onu kapmaya çalışacak olan Muhsinlerle doludur. Ayrıca bu Muhsinlerin Eyfel’in nerede olduğunu bildiklerinden de şüpheliyim.


Bizim bu şekilde yaptığımız eleştirileri ne yazık ki iyi eğitimli ve hırslı genç çalışanların kendileri patron olamadığından patronlarının şişman olmasıyla ya da sorulan bir soruya saniyesinde cevap verememesiyle dalga geçmesine benzetiyorum.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Üyeliği Beklerken: Portekiz'den Bir Tavsiye

Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva, 14 Mayıs Perşembe günü Boğaziçi Üniversitesi’nde “Portekiz’in AB’ye üyelik macerası” konulu bir konuşma yaptı. Konuşma üç konu üzerine yoğunlaştı: Üyeliğin arkasında yatan gerekçe, 25 yıllık AB üyeliği üzerine değerlendirme ve AB entegrasyonu önündeki sorunlar.

“Portekiz NATO kurucu üyesi ve Avrupa Serbest Ticaret Birliği’nin kuruluşunda rol almış bir ülkedir. Avrupa Topluluğu’na katılımıysa, ancak 1974’teki demokratik devrim sonucu gerçekleşmiştir” diyerek konuşmasına başladı Silva. “Karanfil Devrim” olarak da bilinen bu demokratik devrim, aslında askeri darbe yoluyla otoriter Salazar rejiminin indirilip, yerine demokratik rejimin kurulmasıydı. Demokrasi getirmek amacıyla darbe yapılması fikri, hele ki bir başka darbeler ülkesi olan Türkiye ile karşılaştırıldığında her ne kadar çelişkili gözükse de, Portekiz’de başarıya ulaştı.

1974 darbesi, Portekiz için bir dönüm noktası olmakla birlikte, demokratikleşme adına bir başlangıçtı ve Silva’ya göre, asıl demokratikleşme, Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreci ve sonrasındaydı. AB üyeliğinin asıl sebebi siyasaldı; Portekiz açısından jeopolitik alanı olan Avrupa’ya katılmak gerekli görülmüş, ekonomik kalkınma ve yaşam standartlarının yükseltilmesi konusu Portekizlilerin aklını çelmişti. Avrupa açısında ise demokratik değerler uğruna savaşan bir ülkeyi kaybetmemek ağır basmış, jeostratejik öneme sahip bu ülkeyi birliğine katmak önem kazanmıştı. Çıkarların karşılıklı uyumu, Portekiz’in 1978’de başlayan üyelik macerasının 1985’te tamamlanmasıyla son buldu.

Üyelik, Portekiz için problemsiz bir süreç değildi. Silva’nın bahsettiği problemler, Türkiye’nin endişeleriyle paralellik gösteriyor. Örneğin Portekiz kamuoyu ve Parlamento, “8 yüzyıllık” Portekiz kimliğinin kaybolacağı, tarih ile bağların kopacağı ve ülkenin açık pazar haline geleceğinden endişe ediyordu. Fakat ekonomik ve sosyal getiriler gerek kamuoyu, gerekse parlamento nezdinde ağır bastı ve Ocak 1986 itibariyle AB’ye katılım gerçekleşti.

25 yıllık üyeliği süresince Portekiz, AB’den çokça faydalandı. Üyeliğin ilk 15 yılında işsizlik ve enflasyon AB sınırlarına geriledi ve yabancı yatırım girişi sağlandı. Kişi başına gelir arttı, Portekiz ekonomisindeki büyüme hız kazandı. Demokratikleşme açısından ilerleme kaydedildi. Ulusal sorunlar, Avrupa çerçevesinde ele alınmaya başlandı. Portekiz ile benzer coğrafya ve kimliği paylaşan Akdeniz, Latin Amerika ve Afrika ülkeleriyle işbirliği sağlandı. Silva soruyor: “Tüm bunlar AB’siz gerçekleşebilir miydi?” Cevabı: “Elbette hayır!”

AB ise, Portekiz’in üyeliği döneminde dış dünyaya açıldı. Silva’nın Konsey başkanı olduğu dönemde ilk AB-Mercosur zirvesi gerçekleşti. Bunun yanı sıra, Portekiz’in başkanlıkları döneminde Hindistan, Çin, Brezilya ve Afrika ülkeleriyle antlaşmalar imzaladı.

Silva’nın AB’nin genişleme ve entegrasyonu hakkındaki fikirleri satır aralarına gizlenmiş uyarılar dışında yukarıdaki düşüncelerine benzer bir iyimserlik taşıyordu. “AB entegrasyonu geçmiş değil, gelecek hakkındadır” diyen Silva, özellikle Lisbon Antlaşması’nın AB’ye inancı tazelediği görüşündeydi. Silva’ya göre AB, sadece ekonomik bir yapı değil ve bu sebeple Maastricht’te belirtildiği gibi ortak çıkarın savunulması ve güvenlik açısından da değerlendirilmeli. Genişleme ise, “AB’nin DNA’sının bir parçasıdır”. Kopenhag kriterlerini yerine getirmiş her ülke, AB’ye katılabilmelidir. Schuman Deklarasyonu uyarınca AB’nin ortak değerleri olan ülkeler arası eşitlik ve dayanışma ön planda tutulmalı, AB’nin dünya ile bütünleşme çabası hız kesmemeli, transatlantik ilişkiler güçlendirilmeli ve Avrupa kurumları daha demokratik, verimli ve şeffaf bir yapıya bürünmelidir.

7 yıllık müzakereleri ülkesi için uzun bulan Silva’nın konuşmasına, AB ve Portekiz arasında kısa ve mutlak sonuca ulaşılmış bir sürecinin rahatlığı yansıyor. Bu rahatlıktan faydalanarak, soruyoruz: Peki ya Türkiye? Yıllardır (Silva, haklı bir şekilde müzakerelerin henüz 2005’te başladığına ve kesin konuşmak için erken olduğuna dikkat çekiyor) Avrupa’ya katılabilmenin stres ve yorgunluğuyla yoğrulmuş Türkiye. 1959’da Ekonomik Topluluğa başvuruda bulunan, 1987’de Avrupa Topluluğu’na başvuran ve 2005 Ekim’inde üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye ile ilişkiler ne olur? Silva, özellikle son günlerde sıkça duyduğumuz Türkiye karşıtı demeçlere kulak asmamızı, çünkü Parlamento seçimlerinin yaklaştığını belirtiyor. Fakat AB’nin seçimi hiç biter mi?

AB üyeliğine inanmış bir Portekiz toplumu ve bu işe gönül vermiş, iktidarda on sene kalmayı başarmış bir başbakanın (bugünün Portekiz Cumhurbaşkanı Silva’nın) ortak inanç ve çabasının eseri Portekiz’in AB üyeliği. İlginçtir ki benzer inancı (örneğin 2002’te) gösteren bir Türk toplumu ve AB’yi gündeminin ilk sırasına yerleştirdiğini söyleyen Türk başbakanının ortak inanç ve çabasının (bu ortaklık tartışmaya açık) sonucu, Türkiye’nin AB üyeliğinden söz edemiyoruz. “AB, değerinizi bilecektir, tıpkı bizimkini bildiği gibi. Biz Atlantik’e açılan bir köprüyüz, siz Kafkaslara ve Doğu’ya. Büyük ülke olmanız çekincelere yol açacaktır. Fakat bunlar zamanla aşılır. Üyelik için çalışmaya ve yetkilileri ikna etmeye devam edin” diyerek konuşmasını sonlandırıyor Sayın Silva.

Yine bekliyoruz. Hep bekliyoruz. Ne çok isterdim Sayın Silva’nın benimle bir AB üyesi ülkenin konsolosluğuna gelmesini. Sabahın beşinde kalkıp altıda sıraya girmesini, saatlerce beklemesini; beklediği yetmezmiş gibi konsolosluk memurlarınca yedi ceddinin tarihi üzerine sorguya çekilmesini, küçümser sözlere maruz kalmasını. Sonra, çok istediği konferansa ya da turistik geziye gidememenin acısını benimle paylaşmasını, hem de alamadığı onayın, birkaç adım ötesinde, üç-beş santim kalınlığında camın arkasında beliren vize memurunun insafına kaldığını bile bile.

Avrupa Birliği üzerine kötümser bir tablo çizmeye çalışsaydım, inanın bundan çok daha can alıcı bir örnek ile karşınıza çıkardım. Genç yaşımda Türkiye’nin AB yolunda atmış olduğu “en kararlı adımları” görme şansına erişmiş olduğumdan ötürü, karamsar tablolar çizmek benim işim olmamalı. Öylesini isteyen açsın Attila İlhan okusun sayfa sayfa. Belki bir yirmi yıl sonra, olur da hala girememişsek AB’ye, o zaman bulun beni, konuşalım.

Tez 5: Hepimiz Heidi’nin Dedesiyiz…


Sizlerle son dönemde kafamda iyice netleşen bir düşüncemi paylaşmak istiyorum; büyüdükçe Heidi’nin Dedesi’ne benzediğimi fark ettim. Ben zamanla huysuz, yaşlı Adolph Kramer gibi insanlardan soğudum, onlarla iç içe olmaktan sıkıldım ve ben de onun gibi dağlarda sevmediğim insanlıktan uzakta yaşamak istiyorum. Bunun nedeni kötü Türk insanıdır arkadaşlar, evet doğru okudunuz, Türk insanının %90’ının kötü olduğunu düşünüyorum. Öncelikle “kötü” ile neyi kastettiğimi açıklamalıyım. Sıfat olarak “kötü”, anlamı oldukça belirsiz bir kelime. Kötü filmlerde gördüğümüz gibi dünyayı ele geçirmeye çalışıp her fırsatta “nıhahahahah” diye gülen insanlar için kullanılan bir sıfat değildir. Benim için “kötü” birlikte yaşadığı insanlara saygısı olmayan, önce hep kendini düşünen, kıskanç, işine geldiğinde rahatça yalan söyleyen, hep kendine düşman arayan, eline en ufak bir güç geçtiğinde bunu diğerlerini ezmek için kullanan insanları tabir etmek için kullanılan bir sıfattır.
Ne yazık ki Türk insanında her gün daha da fazla görüyorum bu hareketleri… Bu hareketler trafikte kendi kaybedeceği 1 saniyeyi kaybetmemek için kolayca canınızı tehlikeye atmaktan, Sivas’ta insanları diri diri yakmaya kadar geniş bir alanda açıkça görülebilir. Bu insanlar sevdiceğinizle öpüştüğünüz için sokakta size saldırabilir ya da Kürtçe konuştunuz diye sizi dövebilir. Bu bahsettiğim hareketleri dinciliğe, milliyetçiliğe ya da her hangi başka bir düşünceye bağlayanlar çıkacaktır elbette, ama ben bunlara kesinlikle katılmıyorum bu tanımlamalar durumu açıklamak için yeterli değildir, bu durum kötülüğün saf halidir. Dincilik ya da milliyetçilik olmasaydı da bu insanlar bu yaptıkları kötülükleri yapmak için yollar bulacağına inanıyorum. Başka bir açıklama olan “bizim köylümüz çok iyidir, çok saftır, İstanbul gibi şehirlerin orospuluğu bu insanları bozdu” ‘ya da inanmıyorum, bu olaylar her yerde yaşanıyor. Şimdi sana verilen fırsatlar onlara verilmediği için bu insanlar öfkeli ve öfkeli olmaya hakları var diyenler de çıkacaktır. Bu yorumun çok tepeden yapıldığını düşünüyorum. Sonuçta ben sıradan bir insanım ve bu olayları her gün yaşıyorum, sonuç olarak da bu durum benim hayatımdaki mutluluğumu büyük oranda etkiliyor. O insanlar daha iyisini bilmiyor, onlara kimse iyiyi öğretmemiş diyenler; size karşı tezimi bir örnekle savunacağım;
Dolmuşçu Örneği:
“ Bağdat Caddesi’ndeki sarı dolmuşları dolu olduklarında sadece trafik arasında hızla ilerleyen ve insanları tehlikeye atan sarı tanımlanamayan objeler olarak görebiliriz, ancak bir de bu dolmuşların dolmadığı durumlar vardır; işte o zaman Bağdat Caddesi’ni 50 dakikada ancak geçerler. Artık bu durumu kanıksadığımdan geçenlerde bindiğim ve dolmadığı için çok yavaş ilerleyen dolmuşla Bağdat Caddesin’de 30 dakika kaybetmek benim için sorun değildi, ancak dolmuşumuzun Bağdat Caddesi’nin sonuna Fenerbahçe Stadı’nın önüne geldiğinde durmasına bir anlam veremedim ve dolmuşçuya neden durduğumuzu sordum, sonuçta sadece 2 boş yer kalmıştı, alacağı 6 TL için dolmuştaki 6 kişiyi daha da fazla bekleteceğini düşünmemiştim. Ancak “daha iyisini bilmeyen” dolmuşçumuz Göztepe’den gelen bir başka dolmuşta kendisine geçecek iki müşteri daha olduğunu ve onları bekleyeceğimizi söyledi. Bunu da kabul ettik. Ancak bu bekleyişin 15. Dakikasında dolmuştakilerden biri dayanamayarak bu kadar da olmaz ki kardeşim insanlara böyle saygısızlık yapamazsın diyerek çıkıştı, dolmuşçunun tavrı netti, “Allah Allah in o zaman birader ne cırcır yapıyosun”, bu cümlenin arkasında gizli olan tehdit ise herkes için açıktı; daha fazla konuşursan koltuğumun altındaki levyenin kaderi kafan olacak. “

İşte daha iyisini bilmeyen dolmuşçumuz buna güveniyordu, çoğu dolmuşçu gibi. 30 dakika o noktada bekledikten sonra kafamdaki düşünce netti, bu adam da kötülerden biri, bir çoğu gibi. Bu adamın bu şekilde insanları yüzlerce defa beklettiğine eminim ve bu 100 seferin 80’inde bir noktadan sonra cesur bir vatandaşın kendini uyardığını, bunun yanlış olduğunu söylediğini adım gibi biliyorum. Bu 80 seferin her birinde dolmuşçunun da bu insanı aynı tehditle susturduğuna eminim. 80 seferde anlamayan bir insan için daha fazla ne yapabiliriz. Burada 6 TL senin için önemli değil ancak onun için önemli diyen ve halkını çok seven insanlara sesleniyorum; benim derdim zor geçinen dolmuşçu sınıfını karalamak değil bu insanın ne olursa olsun size saygısının 3 TL’den az olduğunu açıklamak. Elbette ki bu tür kötülük dünyanın birçok yerinde var, ancak beraber yaşamaktan bu kadar uzak bir yer ben görmedim. Elbette ki bu kötülüğün genetik olduğunu düşünmüyorum, bu yıllardır ülkemizde süregelen çarpıklıklara dayanıyor. Elbette ki bu durum düzeltilebilir, ancak çok çok çok çok uzun yıllar alacaktır. Çoğunuz politika okuduğunuzdan belki bunu sosyal bir sorumluluk olarak görüyor olabilirsiniz. Sıradan bir insan olarak benim ise sadece 1 hayatım var, bu gibi durumları kafaya takıp kanser olmazsam 70 sene kadar bu dünya üstündeyim, şimdi bu konu üstünde bu insanlarla uğraşıp torunumun torununun torunu sonuçları görecek diye ben kendi hayatımı bu yolda harcamak istemiyorum. Elbette ki yazının başında bahsettiğim Heidi’nin Dedesi gibi dağlara çıkmak gerçekçi bir çözüm değil, o zaman bende aslında herkesin uyguladığı çözümü uygulayacağım; çok para kazanı, bu parayı izolasyon malzemesi olarak kullanacağım. İddia ediyorum ki; “ben bu insanları çok seviyorum, yaptıklarını anlıyorum” diyenlerde yapıyor bunu. Hadi kabul edelim; yüksek duvarlı sitelerde oturuyoruz bu insanlar içeriye giremesin diye, araba alıyoruz dolmuşlarda bu durumlarla karşılaşmayalım diye, dışarı çıktığımızda daha lüks semtlere gidip bir kahveye değerinin iki katını ödüyoruz bu insanların kötülüklerini görmeyelim diye. Bağdat Caddesi’nde, Bebek’de belki de değeri 5 TL olan bir yemeğe 25 TL veriyoruz, işte o aradaki 20 TL fark yemeğin “incredible fajita dürhhüm” olmasından değil. Bu aradaki fark yemekten sonra sevdiceğinizle yürürken gelip birileri size omuz atmasın diye ödediğiniz bedel. Hepimiz kendi dağlarımızda istemediklerimizden uzakta yaşamaya çalışıyoruz. Hepimiz Heidi’nin Dedesi’yiz.
Türk sinemasının benim için en başarılı örneklerinden olan “Barda” ve “Gemide”’yi izleyenler dediklerimi daha net anlayacaklardır. Bu filmlerin yönetmeni olan Serdar Akar’ın aynı zamanda “Kurtlar Vadisi-Irak”’ı çekmiş olması ise bence tezimi destekleyen bir başka örnek olarak yorumlanabilir.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Çift Taraftan Kıskaç Altındaki Bir Mefhum: Süreklilik

“Orada söylediğim şey şudur: Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur ve bu Cumhuriyet toplumun o güne kadarki birçok değer yargılarını ve kurumları ortadan kaldırmıştır. Bunlar devrimdir. Saltanatın yıkılması, Cumhuriyet'in kurulması bir devrimdir. Arap harflerinin kaldırılıp Latin alfabesinin kabulü bir devrimdir. Medrese eğitiminin kaldırılıp milli eğitimin tek bir yerde toplanması bir devrimdir. Zaviye ve türbelerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi birçok devrimin Türkiye'de yaşandığını söyledim. Her devrim sosyal bir travmadır; evrim ile temel farklılığı da budur.

Doğrudur, her devrim gibi Atatürk devrimleri de toplumda bir travma yaratmıştır. Çünkü bir gece önce eski Türkçe yazı TBMM'de lağvedilerek Latin alfabesi getirilmiştir. Bu devrimdir. Toplumda okuma-yazma oranı sıfıra düşmüştür. Latin alfabesi, bilmeyenler için öyledir. Bu bir sosyal, tarihsel tespittir. Bunu değerlendirirken devrimin iyi veya kötü oluşu konusunda herhangi bir söylem yoktur orada.”


Yukarıda alıntılanan satırlar dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat tarafından Amerikan New York Times gazetesinde yayınlanan bir röportajda sarf edilmişti hatırlarsanız, Haziran 2008’de. Travma meselesi bir hayli gündemde kalmış, “bir kısım” kesimler bu görüşü savunurken yine diğer “bir kısım” kesimler ise bu görüşü hararetle yerin dibine sokmakla iştigal etmekteydiler. Daha ayrıntılı bilgi isteyen şüphesiz gazete arşivlerine başvurabilir.
Örnek: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/450882.asp

Tarihte süreklilik esastır. Örneğin her toplumsal olayın bir arka planı, bir neden-niçin örgüsü vardır. Örneklemeye gerek yok, akla gelebilecek her olay bu gruba girer sanıyorum. Benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim nokta şu. Türkiye’de ironik bir biçimde -belki de değil?- farklı gruplar Osmanlı modernleşmesi diye adlandıracağımız dönemi görmemekte veya algılamamakta ısrar etmekteler. Bu iki grubu şöyle tasnif edebiliriz.