27 Nisan 2009 Pazartesi

Güzel bir bahar sabahında, Türkiye’nin sorunlarına çözüm arayışları…

Türkiye’nin Çözüm Bekleyen Sorunları Sempozyumu’ndan İzlenimler

18 Nisan sabahı, Türkiye’nin çözüm bekleyen sorunlarına somut yaklaşımlar getirmek amacıyla Bahçeşehir Üniversitesi’nde toplandık.

Sempozyum, Türkiye’nin sorunlarını on saat içerisinde sonlandırmak gibi alışılmışın dışında bir misyon yüklenmişti. Aslında siyaset arenasına bakacak olursak, sorunlar bırakın on saati, on dakikada sonlanabiliyor. Tabii bir on dakika daha sonra tekrar etmek kaydı ile. Ve bu yirmi dakika içerisinde sonlanıp yeniden başlayan sorunlar ne ilginçtir ki, hemen her başbakan tarafından önce sahipleniliyor, daha sonra ise… unutulup gidiyor, ta ki kendilerini hatırlatana dek.

Akademik bir platformda ise sorunlar daha farklı ele alınıyor. Birkaç on ya da yüzyılın sorularının cevapları, beş yüzyıllık teorilerde aranabiliyor. Dahası, neyin, kim tarafından sorunsallaştırıldığı başlı başına problem teşkil edebiliyor; ontolojik olduğu kadar epistemolojik çıkmazların içerisinde yanıtlar aranıyor. Bu durumda, tek bir sorunmuş gibi gözüken Kürt sorunu ya da laiklik yüzyıllık, küf kokulu sorunları da bagajında taşıyor.

Geçtiğimiz aylarda yürüttüğü araştırma ile Türkiye’de kamusal alanın paylaşımı ve kamusal alandaki güç denge(sizlik)leri üzerine önemli bulgulara ulaşan Prof. Binnaz Toprak’ın önderliğinde gerçekleşen sempozyumda, Türkiye’nin çözülmeyen üç sorunu ele alındı: Kürt sorunu, Asker-Sivil İlişkileri ve Laiklik ve Alevi Sorunu. Prof. Toprak, açılış konuşmasında, Türk toplumundaki fikir ayrılıklarına değindi. “Temel fikirler üzerinde uzlaşamamış bir toplum”dan bahsetti ve bu uzlaşmazlığın, Türkiye’de liberal demokrasinin gelişmesi önünde engel oluşturduğuna dikkat çekti. “Sözleşmeci” bir perspektiften konuya yaklaşacak olursak, Türkiye’de yazılı olmayan toplumsal sözleşmeyi belirleyen normlar üzerinde bir uzlaşı eksikliğinden söz etmek mümkün. Yazılı olan anayasal sözleşmede yer alan normların ise toplum tarafından benimsenmediği açık. Peki, Prof. Toprak’ın sözünü ettiği toplumsal uzlaşmazlık, hukuk alanında atılan adımlar ile, örneğin sivil bir anayasa ile çözülür mü?

Yukarıdaki soru üç panele de ortak yöneltilebilecek türden. Sorunlara çözüm arayışında panelistlerin de sıklıkla dile getirdiği “yeni hukuksal düzenlemelerin gerekliliği”, panelistlerin, anayasal değişiklikler ile birlikte somut çözümler üretilebileceği inancını taşıyor. Fakat bu inanç, Prof. Toprak’ın toplumsal uzlaşının yetersizliği hakkındaki endişelerine bir cevap olur mu? Benim tartışmak istediğim konu tam olarak bu.

Örneğin ilk panelde konuşmacılar ¬Kürt kimliğinin tanınması, siyasetçilerin diliyle, “Kürt realitesinin kabul edilmesi” üzerine hukuksal değişikliklerin zorunluluğuna dikkat çekiyor. Fakat bu değişikliklerin toplum tarafından ne şekilde değerlendirileceği ve benimseneceğine fazla vurgu yapılmıyor. Altan Tan, uzlaşma için demokratikleşme, Kuzey Irak Kürt Federasyonu’nun tanınması ve PKK’nın silahsızlandırılmasını (genel af kapsamında) öne sürüyor. Ümit Fırat, vatandaşlık tanımında değişiklik, ders kitaplarında ve isim değişikliklerinde düzenlemeler, kendi dilinde eğitim hakkı ve Irak ile ilişkilerin geliştirilmesini savunuyor. Sorunun sosyal ayağına en çok değinen Bejan Matur ise, devlet politikalarında değişikliklere odaklanıyor: şeffaf politikaların uygulanması, PKK’nın silahsızlandırılması, ilişkilerin insan haklar çerçevesinde yürütülmesi… Fakat bir dinleyicinin belirttiği “toplumsal travmanın aşılması” gibi fevkalade önemli bir sorunun nasıl ele alınacağı ve hukuksal düzenlemelerle nasıl gerçekleştirilebileceği panelde çözümlenemiyor.

Ya da, sivil-asker ilişkilerinin ele alındığı ikinci panelde, fikrimce, gerçekleştirilmesinde toplumun rolünün minimal olduğu çözüm önerileri tartışılıyor. Lale Sarıibrahimoğlu, askeri müfredatın değiştirilmesini, Levent Ünsaldı asker iktidarının günlük hayatta nasıl üretildiğinin irdelenmesini, Fikret Bila, asker-Avrupa Birliği-hükümet ilişkilerindeki yumuşama ve uzlaşı alanlarını çözüm önerileri arasında sıralıyor. Fakat gerek askeri müfredatta, gerekse hükümet-asker-AB ilişkileri üçgeninde toplumsalın rolü ve toplumun sesi telaffuz edilmiyor.

Son olarak, günün son panelinde konuşmacılar toplumsal bir sorunun çözümüne yeniden hukuksal bir bakış getiriyor. Sema Erder, asimilasyon politikalarının değiştirilmesini, Levent Köker hukuksal alanda “doğru”ların subjektif bir biçimde belirlenmesini, Bülent Bilmez modern devletin “çözdüğünü zannettiği” sorunların yeniden ele alınmasını, Ali Balkız, Alevilere cem evlerinde ibadet hakkının tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması vb. hakların ilgili kurumlar tarafından verilmesini, Bekir Karlığa ise dinin devlete egemenliği ve devletin dine egemenliği arasındaki ikilemin çözülmesini öne sürüyor. Fakat anısı hala canlı olan Madımak’ta galeyana gelen on binlerin nasıl “toplumsal uzlaşı” çatısı altında bir araya getirileceği, uç fikirlerin ve bu fikirlere sahip olan toplumsal tabanın nasıl rasyonel bir tartışma çerçevesinde kapsanabileceğine yönelik çözüm önerileri, ya da Cumhuriyet Mitingleri’ndeki milyonların tedirgin seslenişlerine yönelik çözümlemeler, bu panelde sunulanlar arasından gelmiyor.

Günün sonunda çözümlerin büyük bir bölümü, toplum içerisinde üretilmektense, Türkiye’nin alışık olduğu pedagojik dil ile sunuluyor. Soruyorum: Kürtlerin kendi dilinde eğitim hakkı kazanması, toplumdaki Kürt algısını zamanla değiştirebilir, toplumun 20 yılı aşkın süredir tecrübe ettiği travmayı yok eder mi? Askeri müfredatın değiştirilmesi, bazı kesimlerinin, “temel” değerlerin yozlaştığını düşündükçe askeri, darbeye davet etmesini engeller mi? Ya da cem evlerinin açılması ve Madımak’taki kebapçının kapatılması, hala yüzleşmemiş olduğumuz bir katliamın acısını unutturur mu?

Anayasal değişiklikler, Türkiye’de normların oluşması sürecinde ne kadar başarılı olabilir? Sempozyumda üzerinde uzlaşıya varılan noktalardan belki de en önemlisi Türkiye’deki sosyal mühendislik çabasının başarısız olduğu yönünde ise, önerilen yeni hukuksal düzenlemeler yeni bir sosyal mühendislik çabasına girişmek değil midir? Yazılacak sivil anayasa, bu eleştiriler çerçevesinde yeniden düşünüldüğünde, ne kadar sivil olabilir?

Kuşku yok ki sivil bir anayasa yolunda atılacak adımlar, sorunların daha demokratik bir ortamda ele alınmasını sağlamak adına önemli, fakat yeterli değildir. Sorunların çözümü, sivil anayasada yer alan normların toplum tarafından sindirilip sindirilemeyeceğinde yatmaktadır. Sempozyum sorunların ideolojik boyutuna faydalı cevaplar verebilmiştir. Fakat bunu yaparken, sorunun, bazı dinleyicilerin “insancıl” ve “evrensel” olarak tanımladığı, benim ise “toplumsal” olarak öngördüğüm ayağına yeterince değinememiştir.

Eğer ki Türkiye’de, Prof. Toprak’ın bahsettiği gibi temel ilkeler üzerinde bir uzlaşı eksikliği var ise, bunun sebebi pedagojik yöntemin iflasında yatmaktadır. Yine bu sebeple, toplumsal değerlerin oluşumu ve toplumdaki yansımalarına, performatif bir açıdan yaklaşmamız, sorunun çözümlerini, salt hukuksal zeminde değil, toplumun içinde aramamız ve kurgulamamız gerekmektedir.

23 Nisan 2009 Perşembe

Doodle-doodle-dam!

İnternet dünyasına azıcık aşina olanların bildiği gibi gibi Doodle Google'ın özel günler için yapılan logolarına verilen isim. Dünya Günü, Leonardo da Vinci'nin doğumgünü, Olimpiyatlar gibi takvimde özel yeri olan günlerde Google arama sayfasındaki logo değişiyor, bu yeni cicili bicili logoya tıkladığınızda o günün anlam ve önemiyle ilgili arama sonuçlarını Google herhangi bir anahtar sözcük kullanılmadan önümüze seriyor.

Son yıllarda Türkiye'ye spesifik tarihlerde de google.com.tr sayfasının logosu değişmeye başladı. Mesela bugün Türkiye'den giren kullanıcılar Google logosunun yerinde elinde Türk bayrağıyla kaydıraktan kayan çocuklar gördüler. (Bu esnada İngiltere'den giren kullanıcılar şövalyeye naz yapan ejderha figürüyle karşılandı. İngilizler St. George Gününü kutlamaktalar zira bugün. [Parantez içinde parantez oluyor ama Türkiye'de de Aya Yorgi'ye hacı olmaya, dilek dilemeye gidenlerin sayısı azımsanacak ölçüde değildir 23 Nisanlarda.])

Bugün de Türkiye'nin aynası Ekşi Sözlük'te konuyla ilgili bir tartışma vardı. Efendim Google'ın yaptığı jest midir değil midir? Bu sadece Türkiye'de IP'li kullanıcıların göreceği bir şeyse kendimiz çalıp kendimiz oynamış olmuyor muyuz? Google'ı alkışlayalım mı kınayalım mı? Derken ne olduysa Lagrima müstear isimli delinin biri Aynalı Kemer isimli blgouna asparagastan öte şaka olduğu belli olan bir yazı yazdı, bu yazıyla ilgili de gidip Ekşi Sözlük'te sanki gerçekmişcesine bir başlık açtı. Sonrasında geyiğin tadını alan bir kaç arkadaşı da gaz verici entrylerle devam ettiler muhabbete. Yok Facebook grubu açalım, yok forward mail gönderelim diye.

Filmin koptuğu nokta maalesef ki burası oldu. Birileri bu haberi ciddiye aldı. Hem de blogdaki ilk yazıda geçen "Google'ın ofis binasının önünde kamyondan logo indirmek" ve indirilen logoyu gören "İlyas Hammoth" isimli şahıs gibi absürd öğelere rağmen. Facebook grubu geyiğine açıldı ve bir anda 50 üyeye ulaştı (şimdi baktım 53 olmuş). Dahası bir anda Facebook duvarında kavga etme, birbirine küfür etme safhasına geçildi. Alakalı gruplar listesinin en tepesinde yer alan ve şaka maka değil ciddi amaçlarla kurulan BU HARİTALARI ÇİZENLERE BUNLARI YEDİRMEK İSTEYENLER!!HAYDİ 1.000.000 ÜYE!!! grubunun wall'una da hemen yardım çağrıları yazıldı ve işler iyice çığrından çıktı. (Bu arada bu 1.000.000 kişi olmaca ve "arkadaş listeni davet etmeyeceksen katılma" muhabbeti yapmaca meselelerine dair de başka bir yazının niyetini buradan edelim.)

Şimdi yarını bekliyoruz. Mesela Hürriyet, Milliyet olmadı Yeniçağ falan gibi gazetelerden biri bunu haber yapsa, dese ki "Google logo yapıyormuş bugün", geniş kitleler bunu ciddiye alsa, halk galeyana gelse sokaklara dökülse, "kuşluk vakti çıksak kahvaltıyı Erivan'da ederiz" demeçleri verilse mesela... Olmaz mı? "Olur mu canım öyle şey?" diyenlere "6-7 Eylül olayları" desem ben? Yetmedi mi? "Maraş katliamı" desem?

Maraş katliamı demişken, dün bir filmden bir sahneyi anlatıyordum Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Başkanı diye. O sırada bilmiyordum, sonradan öğrendim Güneş Ne Zaman Doğacak isimli bir filmden bir klipmiş benim bahsettiğim. Maraş katliamını tetikleyen sinemaya bomba atılması olayı yaşandığı sırada sinemada ülkücülerin izlediği film tam da bu filmmiş. Linke bir tıklayıverin de insanların ne derece gülünç şeylerden galeyana gelebildiklerini bir görüverin. Hem eğlence olur, hem ibret. Belki o zaman "Olur mu öyle şey?" tepkisiyle de karşılamazsınız endişelerimi...

22 Nisan 2009 Çarşamba

Foucault üzerinden bir güç-uzam okuması

Güç, çevreyi kontrol edebilme yetisidir ve sırf bu nedenden dolayı politikayı işin içine gücü katmadan düşünmek imkansızdır. Hatta politika başlı başına ve yalnızca bir güç ilişkisidir, gücü resimden çıkardığımız anda geriye politika da kalmaz. Burada yekpare bir güç yapısından bahsetmiyoruz. Tam tersine karşımıza farklı şekillerde çıkan ama her zaman, her türlü ilişki içerisinde var olan bir yapıdan bahsediyoruz. Gücün bu elde tutulamaz, tarif edilemez yapısı bir yandan salt varlığıyla tüm ilişkileri politik yaparken diğer yandan da tanımlanamaz bir hal alır. Eğer güç her yerdeyse ve sonsuz şekilde karşımıza çıkabilirse konseptin elimizden kaymasını ve görünmez olmasını nasıl engelleyebiliriz. ‘Güç nedir?’ sorusu çoğu zaman abesle iştigaldir. Gücün ne olduğu, ne olmadığı, ne zaman karşımıza hangi yüzüyle çıkacağı ya da çıkmayacağı bizi felsefenin derinliklerine çekerken muammayı güçlendirir. İşbu nedenden dolayı sorunun farklı türevleri sorularak en azından gücün yapısının anlaşılması yolunda adımlar atılmaya çalışılmıştır. Farklı alanlarda gücün nasıl yöntemlerle yeniden üretildiği ya da karşımıza nasıl kılıklarda çıktığı, çıkarıldığı sorularına verilecek cevaplar en azından güç ilişkilerinin belirlenmesine katkı sağlayacaktır. Modern çağın en büyük politik güç aracı olan devlet aygıtı, devlet aklının yönettiği kurumlar ve bu kurumlar ile iletişim halinde olan vatandaşın, kulun ilişkisinde hiyerarşinin ve gücün nasıl sürekli yeniden üretildiği konusunda yapılacak herhangi bir beyin fırtınasında es geçilemeyecek bir isim vardır: Michel Foucault.

Foucault'nun gücü incelemesindeki en ilgi çekici nokta onun pratik hayatımızda devlet aygıtının gücünün sürekli nasıl yeniden üretildiğini masaya yatırmasının yanı sıra bu yeniden üretim ve hiyerarşik yapının korunmasında uzamın önemine ve vazgeçilmezliğine yaptığı sürekli ve yerinde vurgudur. Uzamın Foucault'nun kuramlarındaki yeri diğer birçok filozofta olduğundan farklıdır. Foucault toplum, devlet aygıtı, güç ve yönetim gibi zamansal düzlemde uzamsız bir şekilde yapılan incelemelere uzamı katarak ve hatta uzamın eyleyiciliğinin altını kalın kalın çizerek birçok sosyal bilimciyi daha önce fazla kurcalamadıkları bir alanla tanıştırmış ve uzamın göz ardı edildiği politik güç kuramlarına büyük darbe indirmiştir.

Güç ilişkilerinde uzamın önemi Foucault'nun hastane, hapishane, okul gibi hiyerarşik güç ilişkilerinin olduğu ve devletin vatandaş üzerindeki kontrol mekanizmalarını yeniden üreten düzlemler üzerinden yaptığı incelemelerle teoriden pratiğe doğru önemli bir geçişe imza atmıştır. Dolayısıyla herhangi bir Foucault okumasında uzamı dışlamak mümkün değildir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, Foucault'nun da kabul ettiği üzere uzam ilişkiler üzerinde çift yönlü ve önceden kesin olarak kestirilmesi imkansız bir etkiye sahiptir. İlişkinin bir tarafında uzamı kurgulayanlar vardır ki, genelde bunlara devlet aygıtı ve onun uzmanları diyebiliriz. Bu kişilerin uzamı ne amaçla kurgulandığı buradaki güç ilişkilerinin nasıl olacağı üzerine sadece fikir verebilir, kesinlik vermez. Zira bu ilişki yumağının içinde sürekli değişen ve önceden kestirilemez bir faktör, insan vardır. Uzamın nasıl bir güç ilişkisine sahne olacağı tam da bu bireyler veya kitleler ile uzam arasında doğrudan yaşanacak ilişki sayesinde ortaya çıkar. Hiçbir bina, mekan, çevre kendi başına bir güç ilişkisi kuramaz. Baskı ve gücün olduğu her yerde direniş de vardır. Dolayısıyla uzam-kurucu akıl ilişkisinin karşısında bir de uzam-direniş ilişkisi vardır. Direnişin nasıl kurgulandığı uzamla bire bir ilintilidir. Bir yandan direniş uzamın tanıdığı imkanlar ve imkansızlıklardan yola çıkarak uzamı kullanır, diğer yandan da uzamın belki de kuruluşunun ana amacı olan belirli bir güç ilişkisini bozarak kurucu aklın amaç-sonuç ilişkisinde çeşitli sapmalara neden olur. Bu noktaya uzamın eyleyiciliği denebilir. Yani uzam parçası olduğu güç ilişkileri üzerinde kurgulayıcısının öngöremediği bir etki yaratır. Aynı anda hem baskı noktası hem de direnç noktası olur ve bu haliyle de iki tarafında hareketlerinin yeniden kurgulanmasına, değişmesine neden olur. Uzam bir yandan bir araç iken diğer yandan da bir aktördür.

Uzamın güç ilişkisindeki mutlak yerini anlamak için Foucault’nun verdiği üç örnek üzerinden devlet aygıtı ile toplum arasındaki belirgin güç ilişkilerinden egemenlik, disiplin ve güvenlik konularının nasıl yeniden okunması gerektiğine ve bu okumalarda uzamın nasıl da farklı şekillerde ele alındığına değineceğim. Bu noktada Foucault'nun 1977-1978 yılları arasında College de France'da verdiği dersin notlarından yararlanacağım.

Foucault uzamın egemenlik kurulumundaki yerini Alexandre le Maitre’nin La Metropolitée kitabında anlattığı ideal ülke ve başkent üzerinden okuyor. Le Maitre başkent ile ülkenin geri kalanı arasındaki ilişkiyi tam da geometrik bir yapının gerekliliği üzerinden kuruyor. Bir ülkenin en iyi şekilde yönetilmesi başkentin nereye kurulduğuna ve diğer kentler ve ülkenin geri kalanı ile nasıl bir geometrik ilişkisi olduğuna sıkı sıkıya bağlı. İdeal ülke bir daire şeklinde düşünülürse başkent bu dairenin tam merkezinde yer almalı. Böyle bir yerleşim hem estetik anlamda, hem idari gücün, kanunların yayılmasına sağlayacağı kolaylık anlamında, hem de ahlakın, bilimin, ekonominin merkezi olan başkent ve geri kalan arasında kurulacak her türlü ilişkinin en faydacı şekilde hizmet edebilmesi amacıyla tam merkezde yer almalıdır. Burada en ilgi çekici olan nokta Le Maitre'in politik faydacı bir bakışla egemenliği dolaşımla ilişkilendirmesi ve bu noktadan hareketle de bir uzam olarak ülkedeki yerleşimin öneminin vurgulaması. Egemenin gücünü elde tutabilmesi ve yayılması gereken görüşlerin, malların ve bilgilerin en hızlı ve en faydacı şekilde yayılabilmesi tüm bunların ana üretim hattı olan başkentten diğer yerlere ne kadar hızlı iletilebildiği ile alakalı. Bu şekilde bakıldığında egemenliğin bekası için uzamın ne şekilde kurgulandığı büyük önem taşıyor. Egemenin gerekli noktalarda müdahale edebilmesi, arzu edilen şekillerde yönlendirme yapabilmesi tam da alanın nasıl konumlandırıldığına bağlı. Belki ülke örneği teknolojinin mesafeleri sıfırladığı bir çağda yavan kalıyor gibi gelebilir, zira burada anlatılan da bir ülkenin nasıl kurulması gerektiği değil. Örneğin altında yatan egemenlik kavramının gerektiği gibi işletilebilmesi ve bekasının sağlanabilmesi için uzamsal konumlanmanın ne kadar önemli olduğu.

Diğer bir örnek Fransa'da küçük bir şehir olan Richelieu. Bu şehir Fransa'da yaygın olan yapay şehirlerden, önce inşa ediliyor sonra yerleşiliyor. Roma İmparatorluğu’na ait ordugahlardan esinlenilerek tasarlanan şehrin ortasından geçen büyük cadde Richelieu'yü iki büyük dikdörtgene ayırıyor. Bu dikdörtgenler de birbirine dik ve paralel caddelerle daha küçük, farklı boyutlarda dikdörtgenlere bölünüyor. Şehrin büyük dikdörtgenlere bölünmüş tarafı insanların yaşam alanı olarak tasarlanmış durumda. Ana caddeye bakan ya da ona paralel olan caddelere bakan evler genelde birkaç katlı olup daha üst sınıfı ağırlarken ana caddeyi dik kesen sokaklara bakan tek katlı evler daha alt sınıftan insanların meskeni oluyor. Şehrin diğer tarafında yer alan küçük dikdörtgenler de ticaret merkezi görevi görüyor. Zanaatkarlar ve tüccarlar, dükkanlar ve pazarlar şehrin bu tarafında yer alıyor. Zira ticaret daha çok dolaşım olması ihtiyacını doğuruyor ve bu bölümün sokaklarla parçalanmış yapısı bunu kolaylaştırıyor. Bu yerleşim şekliyle Richelieu bir yandan hiyerarşik yapıyı sağlamlaştırıyor, dağıtımın ve iletişimin gerektiği yerlerde gerektiği gibi kurulabilmesinde ve gerekmediği yerlerde de kurulmasının engellenmesinde büyük rol oynuyor. Farklılıkların uzam içerinde disipline edilmesine olanak tanıyan Richelieu yapılanması bireyleri belli bir şekilde hareket etmeye ve belli bir hiyerarşik yapıyı takip edip onu yeniden üretmeye zorluyor.

Üçüncü bir şehir örneği de şehirlerin ve şehir planlamasının geliştiği 18. yüzyıldan. Pierre Lelievre'in yaptığı inceleme Nantes'ın yeniden inşa planları hakkında bilgi veriyor. Şehrin yeniden planlanması için ortaya konulan birçok proje arasından Vigné de Vigny'ninki öne çıkıyor. Nantes’ı yeniden tasarlamaya çalışanların karşılaştığı en büyük sorun şehrin kalabalıklığı. Dolayısıyla ortaya konulan projeler de bu soruna çözüm bulmaya çalışıyor. Vigny’nin projesinde birbirini kesen olabildiğince geniş caddeler ön planda. Projedeki geniş caddelerin dört fonksiyonu yerine getirmesine özel önem veriliyor. Bunlardan birincisi hijyen. Caddelerin genişliğinin hava yoluyla bulaşabilecek hastalıkların yayılmasını engelleyeceği düşünülüyor. Bir diğer amaç şehiriçi ticaretin sağlanması, kolaylaştırılması. Üçüncü fonksiyon şehrin sokaklarının şehir dışından gelen yollara bağlanması. Zira bu şekilde dışarıdan gelen malların şehre gelişi kolaylaştırılırken, gümrük kontrolünden kaçış da engellenecek. Sokakların yerleştirilmesinde dikkate alınan son fonksiyon ise gözetimin sağlanabilmesine olanak tanımaları. Ekonominin gelişmesi ile birlikte birçok 18. yüzyıl şehrinin etrafını kuşatan duvarlar yavaş yavaş yok oluyor. Duvarların kaldırılması şehrin içindekilere de dışındakilere de önemli bir hareket kolaylığı sağlarken bir yandan da güvenlik sorununu beraberinde getiriyor. Artık geceleri şehrin kapıları kapatılamıyor ve giren çıkanın kontrolü eskisi kadar kesin bir şekilde sağlanamaz hale geliyor. Bu noktada şehrin sokakları her türlü suçluya, hırsıza, arsıza karşı savunmasızlaşıyor. Caddelerin geniş yapısı şehrin bu savunmasızlığına çare olarak tasarlanmış, amaç sadece dolaşımı sağlamak değil, iyi ve kötünün dolaşımının birbirinden ayrıştırılmasını da sağlanması. Tüm bu düzenlemelerin yanında Vigny'nin planı o döneme dek düşünülmemiş bir noktayı da şehir planlamasına katıyor. Şehrin olası gelişmelere uyum sağlayabilmesi sorunsalı bu dönemde masaya yatırılıyor. Disiplin mekanizmalarının gerektiği şekilde kurulması için sıfırdan tasarlanan uzamlardan bahsediliyorken güvenlik sorusu gündeme geldiğinde tamamen farklı bir uzam algılamasına geçiliyor. Güvenlik, uzamın sıfırdan tasarlanmasını değil, elimizde olan uzamın hiçbir zaman tam olarak tahmin edilemeyecek olasılıklar dahilinde en iyi şekilde dönüştürülmeye uygun tasarlanmasını gerektiriyor.

Tüm bu örnekler gücün okunmasında ya da en azından güç ilişkilerinin yapısında uzamın tam da ne kadar temel bir işlevi olduğunu gösteriyor. Uzamın ele alınmadığı her tür güç analizi eksiktir. Çünkü güç ilişkisinin bekasında uzamın her iki taraf tarafından da nasıl kullanıldığının ve kullanılamadığının büyük, tartışmasız bir etkisi var. Fakat özellikle güvenliğin uzam ile ilişkisi üzerine verilen bu son örneklem bizi politika-uzam ilişkisinde apayrı bir noktaya taşıyor. Başta da belirttiğimiz gibi uzamlar ne kadar belli amaçlarla, belli güç ilişkilerinin sağlamasını yapmak için yaratılmış da olsalar, her baskının aslında kendi direnişinin de başlangıcı olması nedeniyle, uzam bir yandan bir baskı alanı açarken iken diğer yandan da bir direniş mekanizmasının parçası oluyor. İşte bu durumun kendini en bariz hissettirdiği ve dolayısıyla dönüştürdüğü ilişki güvenlik ve uzam arasındaki ilişki. Uzam bir yandan sürekli bir şekilde güvenliğin, egemenin tanımladığı şekliyle, kurulması için yeniden düzenleniyor; diğer yandan da her yeniden düzenleme bu güvenlik yapısında yeni gedikler açacak direnişlerle karşılaşıyor. Ve bu da sürekli devinim ve aynı zamanda büyük bir kısır döngü yaratıyor. Bugün birçok ülkenin içinde olduğu ve bir türlü içinden çıkamadığı sorunsal da bu. Belirli bir uzamın güvenli ilan edilebilmesi için ne kadar güvenlik yeterlidir, özellikle de alınan her güvenlik tedbiri bir noktada yetersiz kalıyorsa?

Bu yazı daha önce http://mekanar.com sitesinde yayınlanmıştır.

Michel Foucault,"Security, Territory, Population: Lectures at the College de France 1977-1978", Palgrave Macmillan New York, 2009.

19 Nisan 2009 Pazar

Bir süredir çalışıyorum - 1.Kısım

Bir süredir çalışıyorum. Daha önce boş mu geziyordum ki içine girdiğim bu yeni durum çalışmak olarak adlandırılıyor? Pek sayılmaz, aslında bana çalışmam için ayrılmış ofisimde şu an bu yazıyı yazabilecek kadar boş olduğuma bakılırsa, “çalışmanın” hayatıma pek de yeni bir külfet getirmediği söylenebilir. Daha önce daha yoğun olmuştum, daha çok para da kazanmıştım, ama “çalışma hayatı” adı verilen payeye ilk defa layık görülüyorum. Asansör, fax, ticket… Artık ben de onlara aitim.

Çalıştığım alan “eğitim reformu.” İyi bir hayat sürmeye dair bir faydası bulunduğu düşünülen başarılı eğitim sicilimi, başarılı siciller üretecek bir eğitim sisteminin tasarlanması doğrultusundaki bir çabaya kendince eklemlenmeye çalışan bir girişimin girdisi haline getirmem bekleniyor. Ne kadar karmaşık şeyler bekliyorlar benden, görüyorsunuz dostlarım. Bu karmaşa zaman zaman aklımı bulandırsa da, ben bu durumdan şikayetçi değilim: Ne de olsa yaptığım iş; başkalarına yardım etmenin bencilce zevkine, geri kalmışları kalkındırmaya yönelik küstahça şehveti karıştıran bir ego tatmini sağlıyor. Ben bir yandan görevimi ciddiye alma çabasıyla birtakım hesaplamalar, analizler yapıyor ve içeriği “–nınla birlikte, -na karşın, -duğu düşünülürse, …yerinde olacaktır” şeklinde özetlenebilecek politika önerileri kaleme alıyorum, bir yandan da bu görevi yerine getiren adamın omuz başından geriye doğru şöyle bir yükselip bakıyorum yaptığı işe, rüyada gibi. Bir yandan bir eylem, diğer yandan bir eleştiri. Eleştiriyi askıya almadan eylemek mümkün mü, bunun bir deneyini yapıyorum. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.

Çalışmalarım beni daha önce pek de haberdar olmadığım birtakım gündemlerle tanıştırıyor. Kısa bir süre içinde bazı konulardaki düşüncelerim değişti bile. Bunlar hakkında belki daha sonra yazacağım. Fakat bazı düşüncelerimin, inançlarımın ve kaygılarımın öğrendiğim her yeni şeyle pekiştiğini de fark ediyorum. Bazı öğretileri, “eğitim” gibi bir perspektifle ilişkilendirerek tekrar değerlendirmem ve daha iyi anlamam mümkün oluyor. Böylece, toplumsal örgütlenmenin yenilenmesinin aslında bir büyük eğitim projesi olduğunu; yeni toplumu doğurmanın aslında içlerimizdeki yeni insanı yetiştirmekle çok yakından ilişkili olduğunu (yeniden?) fark ettim.

Rousseau, toplumun kendisini bir eğitim projesi olarak tasarlamıştı ?//hata-geri_al_son_cumle>ıtşımalrasat karalo isejorp mitiğe rib inisidnek numulpot ,uaessuoR …Bu bağlamda, eğitim üzerinden bireyi ve toplumu; ve bireyin toplumsal ihtiyaçları üzerinden eğitimi yeniden düşünmemiz için kullanışlı olduğunu düşündüğüm üç kitaptan bahsedeceğim.

Birincisi, Howard Gardner’dan “Çoklu Zeka.” Bu, anlaşıldığı kadarıyla ABD’de oldukça şöhret ve itibar kazanmış bir Harvard profesörü olan psikolog Gardner’ın, geliştirdiği “çoklu zekalar” kuramı üzerine bazı makalelerinden ve kendisiyle yapılmış röportajlardan oluşan bir derleme. İçerik, hem orijinal İngilizce haliyle, hem Türkçe çevirisiyle aktarılmış. Kitaba tesadüfen rastlayana kadar ne yazardan, ne kuramından haberdar olduğum için bu derlemenin konuya ne derece iyi bir başlangıç noktası olduğunu bilmiyorum, aslında, mükerrer noktalar içeren makale seçimi ve birtakım çeviri hataları nedeniyle bundan şüphe ediyorum. Kitabı okumaya başlayınca yanlış bir ad taşıdığını da fark ettim, çünkü Gardner içeride bas bas “çoklu zeka değil, çoklu zekalar [multiple intelligences]!” diye bağırıyor.

Kuramın çıkış noktası da bu ayrımda yatıyor aslında: Gardner, IQ (Intelligence Quotient) fetişinin (ki kısaltmasını ezberleyip tam adını parantezlere terk ettiğimize göre gerçekten bir fetiştir bu!) geçerliliğini sorgulayarak başlıyor, insanların zekalarını tutarlı biçimde ölçüp tek bir ölçek üzerinde karşılaştırma fikrinin güçlüğünü tartışıyor ve “zeka” dediğimiz şeyi bileşenlerine ayırmaya çalışıyor. Vardığı noktada en az sekiz zeka türü (veri işleme düzeneği) tespit etmiş: dil zekası (örnek: şair veya hatip), mantık-matematik zekası (besteci ya da icracı), mekan zekası (denizci veya heykeltraş), beden-devin-duyum (kinestetik) zekası (sporcu, dansçı), doğalcı zeka (avcı, botanikçi), kişilerarası zeka (doktor, satış görevlisi) ve kişi içi zeka (kendini çok iyi anlayabilen birey). Gardner’a göre, bu zekaların her biri, bireylerin arzuladıkları yetenekleri* edinmesini farklı biçimlerde sağlayabilir. Bu saptama, şu sorunun yanıtını da işaret ediyor: Neden bazı bireyler okulda çok başarılıyken hayatta (kendi ölçüleriyle bile) başarısız? Ve neden herkesin takdir edeceği erdemlere sahip bireyler her zaman en iyi öğrencilerden çıkmıyor? Çünkü, modern eğitim sistemleri neredeyse tamamen dilsel ve matematiksel-mantıksal zekaların gelişimine odaklanarak, öğrencilerin gelişim potansiyellerini eksik değerlendiriyor.


* Bu yeteneklerin hangi amaçlarla kullanılması gerektiğini işaret eden makbul bireyin kim ve makbul hayatın ne olduğunu belirlemek ise hem kuramın, hem Gardner’in kendine çizdiği gündemin dışında kalıyor. Gardner bunun kültürlere göre değişen bir tercih olduğunu hatırlatarak bu soruya bilimsel bir yanıt verilemeyeceğini, Weber’i hatırlatan bir yaklaşımla, ileri sürüyor.
Devam edebilir

18 Nisan 2009 Cumartesi

Britain's REALLY Got Talent? The Susan Boyle Affair (İngilizce başlık da havamız olsun diye...)


Efendim, son birkaç gündür çevrimiçi cemaatleri, blogları, haberleri vs. sallamakta olan ve artık neredeyse "lame" kategorisine giren bu haber bizim blogumuza taşınmasaydı ele güne karşı eksikli kalabilirdik, o sebeple buyrunuz buradan yakınız...

47 yaşında, "never-been-kissed", 20 yıl boyunca hasta annesine bakmış, öğrenme güçlüğü dolayısıyla formel eğitimle bir noktaya kadar haşır neşir olmuş ve konvansiyonel normlar bağlamında düşündüğümüzde güzel diyemeyeceğimiz bir kadın Susan Boyle. İngiltere'nin yetenek avı Britain's Got Talent'a katıldı ve olay yarattı. Sefiller müzikalinden I Dreamed a Dream adlı şarkıyı o kadar güzel söyledi ki başta ukala Simon olmak üzere (American Idol'dan bu yana kendisinin hastasıyız ailecek) bütün jüri şok oldu, ayakta alkışladı, "Üç yıldır karşıma çıkan en büyük sürpriz sensin", "Bu yarışmada bugüne kadar ağzımdan çıkan en büyük evet senin için geliyor" vs. diyerek kadıncağızı taltif ve tebrik ettiler.

Sonra? Amman ya Rabbim!!! Hem dünya medyası hem de bizim medya bu haberin üzerine atladı. Hürriyet kadın için "Recep İvedik kaşlı" tanımlamasını uygun görürken, CNNTürk kendisine "Susan Teyze" diye hitap etti. "Never judge a book by its cover" söylemleri aldı yürüdü, başta Simon olmak üzere (bu adam da babamın oğlu sanki, Simon Cowell'dır efendim tam adı) jüri ve seyirciler kadının görünüşüyle dalga geçtikleri için kınandılar, "Bak şarkıyı da ne güzel söyledi, oh bu da sana kapak!" diye yürekler soğutuldu akabinde. Kadın bir anda Batı toplumlarının (öeh Oksidentalizme gel) yüzeyselliğine karşı duran bir hareketin sembolü haline geldi. Neymiş efendim ses güzelliğiyle dış görünüşün ne alakası varmış da, herkes Barbie bebek gibi olmak zorunda değilmiş de, ne olacakmış bu yüzeysel toplumların hali böyle...

Canım kardeşim, güzel kardeşim. İyi dedin hoş dedin de sen bunları derken birkaç şeyi aklından geçirdin mi? Bir kere zaten sesle dış görünüşün ilgili olduğunu kimse iddia etmedi ki. Hatta bütün bu yetenek programlarında defalarca kanıtlandığı üzere dış görünüş ve ses/yorum güzelliği arasında çoğu zaman bir ters orantı olduğu bile söylenebilir. Dahası bu programlara katılan pek çok "bimbo" tabir ettiğimiz kadın daha üçüncü notadan sonra evine geri gönderilmiştir, ki hatırlatırım jüriler bu kişilerle de ölesiye dalga geçmektedir. Aynı şekilde bu bimbolardan ya da saçıyla, kıyafetiyle dansıyla akıllara zarar showlar yapan bilimum "weirdo"dan sesi çok güzel olanlar aynı şekilde alkışlarla karşılanırken sesi kötü olanlar da kahkalarla uğurlanmıştır.

Zira bu işin kitabında bu yazmaktadır. Jüri yarışmacıyı ezer, seyirci kendisiyle ezilen yarışmacı arasında bir özdeşlik kurar, bazılarının başarısından kendisine pay çıkarır, o yaparsa ben de yaparım der, bir başvuru formu doldurur ve sistem kendi kendini döndürmeye devam eder. Hiçbir zaman jüri seyirciye sevimli görünmek zorunda değildir. Aksine jüri ne kadar uyuzsa program o kadar izlenir hale gelir. Dolayısıyla jüriler de, dış görünüşüyle ya da sesiyle olması çok fark etmez, belli noktalarda açıkları olan insanlarla dalga geçmektedir. (Meraklısına not: Bizde de bu görev en iyi Armağan Çağlayan tarafından yapılmaktadır)

Ayrıca o kadın 47 değil de örneğin 27 yaşında olsa (yani senin eş/sevgili marjının içine girebilecek bir yaş grubunda olsa) sırf çok güzel şarkı söylüyor diye sen bu kadınla birlikte olur musun? Bak ol ya da olma demiyorum, sadece olur musun diyorum. (Okuyucuyla hepten senli-benli olma ekolü) Bence olmazsın. Aynı şekilde Susan'ın erkek hali gelip size/bize bir kahve içmeyi teklif etse kaçınız/kaçımız kabul edersiniz/ederiz? (Burada bireylerin cinsel tercihleri tamamen gözardı edilmiş, mümkün olduğunca genelleştirilmiş bir ifade kullanılmaya çalışılmıştır).

Neyse, sözün kısası davulun sesinin uzaktan hoş geldiği durumlardan biriyle daha karşı karşıyayız. Ajdar Anık'ın bir fenomen haline geldiği bir ülkeden bahsediyoruz burada. O adama ağzıyla değil de oturma organıyla gülenler Ajdar çok yakışıklı bir erkek olsaydı bu kadar eğlenebilirler miydi sizce? Evet diyorsanız 30 Rock'ın üçüncü sezonundan The Bubble isimli 15. bölümü izlemenizi tavsiye ederim. Oturduğumuz yerden kadını (aslında genel olarak bireyi) sadece dış görünüşüyle değerlendiren yüzeysel, materyalist kültüre saydırmaktan ala, kolay, keyifli iş yok da kendini o kültürden ne kadar ari kılabiliyorsun diye sormazlar mı insana?

Sonuç, eleştiri iyidir, yaratıcı eleştirici daha iyidir, yaratıcı özeleştiri içlerinde en iyisidir. Susan Boyle da seneye İngiltere adına Eurovision'a girsin bence, Hadise'yle kapıştırır görüntü mü ses mi sorusuna uygulamalı cevap ararız.

17 Nisan 2009 Cuma

KEMALİST SÖYLEMDE TÜRBAN: BİR MİLLİ KİMLİK MESELESİ

Mahkeme kararları üzerinden türban/başörtüsü hakkındaki hakim kamu felsefesinin bir veçhesini saptamayı amaçlar, Alper Yağcı tarafından telif olunmuş makaledir. Laik milliyetçiliğin laiklikle imtihanını konu alır. Daha önce Birikim dergisi websitesinin "Güncel" bölümünde hatalarla yayımlanmıştır (http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=441&makale=Kemalist%20Söylemde%20Türban:%20Bir%20Milli%20Kimlik%20Meselesi). Burada düzeltilmiş haliyle yer alıyor. Makale 9 Haziran 2008 itibariyle tamamlanmış ve daha sonra gözden geçirilmemiştir. Bu yüzden yargı kararlarıyla ilgili saptamaların hepsi güncel olmayabilir.


“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur…”
Kuran, Ahzab, 59


“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zinet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar…”
Kuran, Nur, 31



“Üniversiteye türbanı sokmayacağız. Bunda kesin kararlıyız… Zaten dinde böyle bir şey yoktur.”
Kenan Evren


“Getirilmek istenen, gelen, Anadolu'daki kadınlarımızın yaşmağı, başörtüsü değildir. Gelen, Arap-Vahabi, Abbasi-Emevi İslam yorumunun, Türkiye'ye yönelik projelerinin bir simgesi olarak, Türkiye'deki işbirlikçileriyle birlikte Anadolu halkına dayatmaya başladığı bir yabancı üniformadır … Bunun gelişiyle Türkiye'de yaygınlaşan İslamiyetin özü, değerleri, ahlakı, kuralları değildir. Kuran'ın İslamiyeti değildir. Gelen başka bir şeydir. Din için gelmiyor, siyaset için geliyor.”
Deniz Baykal


“Parti, Türk milletinin bugünü ve geleceği için, milli dil ve milli kültürünü, din alanında da yabancı dil ve kültür etkilerinden korunmayı zorunlu görür.”
1939 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Programı’ndan




16 Nisan 2009 Perşembe

Hem konuşuruz şurdan burdan...

Günlerdir yazasım var, evet, yok değil. Ama bir türlü iki lafı bir araya getirip de dökemedim aklımdakileri. Zaten bu yazamamazlık dolayısıyla tez de ayağını sürümekte ya, hayırlısı... Üzerine yazmak istediklerim de hep ufak tefek konular olduğundan mıdır nedir, biriktirip de yazmak daha bir işime geldi. Böyle Yavuz Donat misali birer paragraflık tespitlemeler/yorumlamalar gibi olsun istedim bu seferkiler...

Biraz eskilerden başlamak istiyorum. Mustafa Balbay'ın bilgisayarına el konup günlükleri Taraf'ta 32 kısım tekmili birden yayınlandığında (doğruluğuna inanıp inanmamak tamamen bireysel tercihinizdir) memleket "Aman da darbe" deyû deyû inlerken benim dikkatimi çeken çok minicik bir diyalog olmuştu. Tarihler 22 Aralık 2002'yi gösterirken, pek sayın paşamız Tuncer Kılınç Abdullah Gül'le yaptığı bir sohbeti aktarmaktaydı Balbay'a. "'Ben senin yerine olsam, karının örtüsünü çıkarırım,' dedim. 'Kendi kararı,' dedi. Ben de 'İnsan karısına hakim olamaz mı?' dedim."

Şimdi efendim, Ergenekon vardır yoktur, bu adamlar darbecidir değildir, yaşanlar tamamen hükümetin komplosundan ibarettir ya da tamamiyle demokrasi aşkıyla yanıp tutuşan gönüllerin eseridir tartışmalarına girmek konusunda zerre hevesim olmadığını belirteyim öncelikle. Fakat "insanın karısına hakim ol(ama)ması" üzerinden yapılan bir tartışmaya taraf olmamam mümkün değil zira burada laikliğin, demokrasinin, kadın haklarının, vatanın milletin namusunun, şerefinin ve daha nice "mukaddesat"ın koruyucusu şanlı Türk ordusunun yüce neferlerinden birinin ağzından "erkeğin karısına hakim olması" ve "karısının başörtüsünü çıkarması" için kendisine baskı yapması gerektiğini öğreniyoruz. Hem de başörtülü kadının kocası "karımın kendi tercihidir" dediği halde.

E hani ne oldu? Hani İslamcılar kadınları eve kapatıp başlarına da türbanlarını geçirip onları baskı altında tutmaktaydılar. Hani İslamcılar arasında kadınların hiç söz hakkı yoktu da Kemalist laikler pek demokrat, pek eşitlikçi, pek feministti. Hani Atatürk Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını taaa 1934'te dünyanın pek çok ülkesinden önce vermişti. Siz daha kadının ne giyeceğini bile seçmesine izin vermezseniz o kadın kendisini yönetecekleri nasıl seçecek ki? (Bir kez daha not: Günlüklerin doğruluğunun şaibeli olduğu iddia edilebilir ama ben kimseden ciddi bir inkar işitmedim bu yönde. Eğer ki bir gün yalanlanırsa o sayfalar, o zaman bu satırlar da kendilerini gözden geçirecektir.)

Madem ki siyaset konuşmakla başladık işe, öyle devam edelim ki aklımız dağılmasın. Hani lisede sabah ilk iki saat matematik olurdu ya, "Kafanız açıkken zor dersleri dinleyin diye böyle yaptık" derdi müdür yardımcıları. Bizimki de o hesap.

Efendim, 10 Nisan tarihinin belirli günler ve haftalar takviminde neye tekabül ettiğini bilenler varsa parmak kaldırsın. Bilmeyenler için el-cevap: Türk Polis Teşkilatı'nın kuruluş yıldönümü. Bu sene sanıyorum ki 164üncüsü kutlanan, "kökleri taa Osmanlı'ya kadar giden", ama benim hatırladığım kadarıyla eskiden kimsenin bilmediği, bilse de sallamadığı bir yıldönümü, bir nevi "invented tradition". Fakat son iki yıldır özellikle İstanbul'da bir çılgınlık hakim 10 Nisan tarihinde.

Sınırları içerisinde büyük çaplı toplantı, miting, neyim yapılamayacağı yönünde çok kesin fetvalar olan gözünü sevdiğim Taksim Meydanı iki yıldır (daha önce de vardıysa söyleyin ltf pls tşk) 10 Nisanlarda trafiğe kapatılıyor. Ne otobüs girebiliyor içeri, ne metro, ne de taksi. Yaya olarak girmek isterseniz üzeriniz ve çantanız aranıyor yurdumun acar polisleri tarafından. Binbir zahmetle meydana girebildiğinizde görüyorsunuz ki memleketin bütün polisleri gıcır lacilerini çekip toplanmışlar Taksim Meydanı'nda. Tribünler falan kurulmuş, bayraklar, flamalar asılmış. Şiir okuyanlar mı dersin, konuşma yapanlar mı? Ankara'dan Emniyet Genel Müdürüm gelmiş, bizde bir bayram havası. O esnada Celallettin Cerrah da bizi çok severmiş.

E hani toplaşılamazdı Taksim'de hani yasaktı? "Burası bizim olsun oğluumm kimseye söylemeyelim. Burası bizim evimizmiş meğersem" mi demektesiniz sayın kolluk kuvvetleri? O yüzden mi yıllardır insanları 1 Mayıslarda Çağlayanlara mahkum etmektesiniz? Ha bu arada vatandaşları meydana sokmadan önce arama yapılmasına karar verenleri de kınamak bir yandan da Nelson misali müstehzi bir ifadeyle "ha-ha!" yapmak istedim suratlarına karşı. Sayın polis kişileri, sizin göreviniz bizi yani vatandaşı korumak, kendinizi bizden korumak için bu kadar uğraşmanız biraz ironik değil mi?

Taksim Meydanı demişken bu aralar Emirgan ve Sultanahmet'le birlikte Taksim Meydanı'nda Lale Festivali sürmekte, görenleriniz görmüştür. Konserler, sergiler, lale soğanı satışları falan derken coştu yine ortalık. Bu festivalin Pesah ve Paskalya'yla çakışması, dahası bu sene bir de aynı anda Kutlu Doğum Haftası'na da denk getirilmesi bir raslantı mı acaba. Yoksa birileri bize bir şey mi anlatmaya çalışıyor?

Konuyu oradan oraya bağlıyorum ve artık sonuna gelmek istiyorum da, bir şey anlatmak derken geçen gün şunu fark ettim. Bu Facebook'u hangi dilde kullandığımıza bağlı olarak "adamına göre muamele"ye maruz kalmaktayız efendim. Zira Facebook Türkçe kullanıcılarına "sen" diye hitap ederken Fransızca kullanıcılarına "vous" diyerek saygı çerçevesinde bir ilişki sürdürmekte. İngilizce "you"nun hangisi olduğunu anlamıyoruz ama Almanca kullanıyorsak "du" şeklinde laubali bir hitaba maruz kalıyoruz. Yunanca ne yaptığımız "ti kanete?" diye sorulmuş durumda, demek ki yine sizli bizli olduk. Bunun haricindeki dilleri pek anlayamadığım için karşılaştırma yapamadım ama İtalyanca olsun İspanyolca olsun tespitlerinizi ve katkılarınızı bekliyorum.

Yalnız böyle daldan dala kona kona yazmak pek keyifliymiş. Giriş-gelişme-sonuç işkencesinden muzdariplere tavsiye ederim.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Aptallar Tarafından Sevilmek Zor İş



28. İstanbul Film Festivali bünyesinde gösterilecek olan Aptallar Tarafından Sevilmek Zor İş/ İt's Hard to be Loved by Jerks/ orj: C’est Dur d’etre Aime par des Cons belgeselinin 11 Nisan 2009 Pazar günkü gösterimi güvenlik nedeniyle iptal edildi. 8 Nisan'daki ilk gösteriminde olduğu gibi film Beyoğlu Sineması'nda oynayacaktı. Gösterimin 10 Nisan günü İslami Gündem websitesi yayın yönetmeni Cihad Kayaduman'ın dikkatini çekmesi, ilk tepkilere ön ayak oldu (bu bilgi velfecr.com'da kendisine yöneltilen teşekkür sayesinde elde edildi). Sitede "özel haber" başlığıyla bahsi geçen filmin ertesi gün 16.00'da gösterileceği haberi ile birlikte, saat 13.00 da İstiklal Caddesi Ağa Camii'nin önünde başlaması planlanan protestonun çağrı metni yayınlandı. Beyoğlu Sineması görevlilerinin söylediğine göre kendilerine filmi göstermemeleri yönünde uyarılar içeren telefonlar da geldi. Telefonlara bakan görevli telefonlarda doğrudan bir tehtid unsurunun olmadığını söylerken, bilet iadesi bölümünde protestocuların sinemaya gireceği ve yağmalamalarda bulunacakları tehtidini aldıkları soranlara dikkat çekmemeye çalışarak ifade edildi. Her iki durumda da sinema yönetimi güvenliği sağlayamayacağı gerekçesiyle filmi gösterimden kaldırdı ve o seansa başka bir film koydu. Sinema görevlilerinin dediklerine göre değişikliğin görünür olması için sinemanın dışına da aceleyle iptalin duyuruları yerleştirildi.

Gösterimin iptali haberi duyurulduğunda İslami Gündem sitesi ve haberin yayınlandığı diğer siteler protestonun iptal edildiğini bildirdi. Protesto gerçekleşmedi ancak israhaber.com'da İSRA haber adına, velfecr.com'da İSRA Kültür Merkezi adına, ajans5.com ve islamigundem.com'da İslami Gündem adına bahsi geçen film ve onun gösterimi İslam dinine hakaret olarak işaret edildi, buna izin vermeyecekleri bildirildi ve sert bir dille kınandı. Gösterimin iptali de bir kazanım olarak dile getirildi.

2008 Eylül'ünde Fransa'da vizyona giren Daniel Leconte imzalı belgesel, Fransa'nın meşhur Charlie Hebdo adlı hiciv dergisinin Danimarka'daki malüm karikatür krizine yol açan karikatürlerinin altısıyla birlikte, kapağına kendi eklediği Muhammed karikatürünü de Şubat 2006 sayısında basmasıyla gelişen olayları konu alıyor. Kapağa eklenen karikatürde Muhammed başını ellerinin arasına almış "Aptallar tarafından sevilmek zor iş" diye söyleniyor. Bu karikatür ve tekrar yayınlanan Jyllands-Posten karikatürlerinden ikisi üzerine Fransız İslami Organizasyonlar Birliği, Dünya Müslümanlar Birliği ve Paris Büyük Camii tarafından "dininden dolayı bir grup insanı umumi olarak kötüleme" suçundan dava açılıyor. Şubat 2007'de ilk oturumunu yapan mahkeme Mart sonunda bahsi geçen suçlamanın geçersiz olduğuna hükmediyor. Film mahkeme sürecinde taraflarla yapılan mülakatlardan oluşan, ifade özgürlüğü ve dini duyguların rencide edilmesi arasındaki ince çizgiyi ele alan ve ilki lehine taraf olan bir film.

Filmi izle(ye)mediğimden daha ayrıntılı yazamıyorum ancak internetten okuduğum bir kaç yorumda Daniel Leconte'un temel savının Fransa'da yaşayan diğer dini, etnik azınlıklar ve çoğunluğun istese de istemesede maruz kaldığı sivri dilli Fransız hicvinden kimsenin sakınamayacağı yönünde. Yahudilerin, Hıristiyanların ve hatta Ataist ve Agnostiklerin Charlie Hebdo'nun alaycı karikatürlerinden azade olmadığını örneklemek için çeşitli karikatürler filmde yer alıyor. Avustralyalı haber portalı sbs.com.au'da konuyla ilgili yazan gazeteci Lynden Barber, Leconte ile yaptığı röportajda yönetmenin çatışan görüşlerin sürüklediği bir film yapmayı amaçladığını söylediğini ancak davacılar tarafında ulaşabildiği çok az kişi olduğundan şikayet ettiğini yazıyor. Leconte yine de olabildiğince karşıt tarafları temsil etmeye çalıştığını ancak bir gazeteci değil yönetmen olduğu için kişisel tavrını da yansıttığını söylüyor.

Aptallar Tarafından Sevilmek Zor İş'in, Charlie Hebdo'nun espiri anlayışını mı tekrar ettiğini yoksa taraf olurken daha mesafeli bir üslup mu takındığını ilk gösterimi yakalayabilen azınlık dışında Türkiye kamuoyunda pek bilen yok sanıyorum. Her iki durumda da Muhammed'in hiciv içeren karikatürlerinin yayınlanıyor olması İslami gruplardan şiddetli tepkiler çekmekte. Danimarka karikatür krizinden sonra , Suriye, Lübnan ve İran'da Danimarka konsolosluklarının yakılması, Müslüman nüfusu olan ülkelerde sayısız gösterinin yapılması ve karikatürlerin basımından bu yana 100 kişinin öldürülmüş, çok daha fazla kişinin ölüm tehtidi almış olması Türkiye'de de herhangi benzer bir vukuatın çıkma olasılığının büyük korku uyandırmasına neden oluyor.

Bütün bu gelişmeler, bir konuda tepki duyanlar İslamcılar olduğu durumda sonunun şiddetle biteceği korkusunu doğuruyor. Bunun bütünüyle doğru olduğunu varsaymak yanlış olur. Ancak İslamcıların da bu var olan korkudan isteklerini gerçekleştirmek doğrultusunda yararlanmak yerine, daha sağduyulu olup bu şiddet olasılıklarından kendilerini ayırmaları beklenir. Muhammed'in temsilinin dini bir yasak olması dolayısıyla karikatürlerin tepkilere yol açmasında anlaşılmayacak bir şey yok. Ancak bu tepkilerin orantısızlaştığı ve şiddete evrildiği durumlar için, hoşgörüyü salık vermiş olmasıyla da bilinen İslam dini peygamberinin Charlie Hebdo'daki hayıflanması çok da yersiz görünmüyor.

Tarifsiz Bir Seçim Bildirgesi

Yerel seçimlerle ilgili farklı entellektüel düzlemlerden ve boyutlardan gelen çeşitli haber, görüş ve analizlerden sonra bi de parlementer sisteme yürekten inanmış, nev-i şahsına münhasır, az biraz sosyopat klinik vakai bir gözden 'kişi ne için aday olur?' siyasi felsefik sorununa yanıt bulmak için Uykusuz'dan Fırat Budacı'nın nazar-ı dikkatimize sunduğu aşağıdaki yazıyı paylaşmak isterim arkadaşlar. Aslından tamamen aynen kopyalanmıştır...

SEÇİM BİLDİRGESİ: AKP GÖMBE BELDESİ - BELEDİYE BAŞKAN ADAYI

Kaş ilçesi Çukurbağ köyü doğumlu olup orta tahsilimi Kaş orta okulunda, Lise tahsilimi ise farklı toplumların kültürünü merak ederek incelemek hemde değişik oğretmenlerden farklı ders verme biçimlerinden faydalanarak kültürümü arttırmak amacı ile 4 ayrı lise den sırası ile Elmalı Lisesi, Fethiye Lisesi, Manavgat lisesi, en son Korkuteli lisesini okuyarak tamamladım. Daha sonra Eskişehir F,K,B yani Fizik, kimya, Biyoloji Yüksek okulunu okurken bayan bir öğretim üyesinin bana aşık olması ve bu aşıklığın kavgaya dönüşmesi sonucu okulu terk etmeme zorlanarak okulu bitiremeden ayrıldım. Ancak geri kalan kısımlarının kitaplarını okuyup inceleyerek bu okulu bitirmiş gibi kendimi hazırladım.
Hayatımın bundan sonraki bölümü ise İzmir'de Otel İşletmeciliği, İstanbulda Marmara melamin tapak faprikasında yine İstanbulda Lüks Fitil FabrikasındaTeknik elaman ve yönetici olarak çalıştım. O dönemlerde İstanbulda Yenikapıda Erol Taş'ın kıraathanesinde Erol Taş ile tanışarak bir gün bana Sende Çekiçi Bir erkek görünümü ve hareketlerin davranışlarında artist bir karaktere sahip olduğunu söyleyerek sana yadımcı olacağım diyerek yönetmenle tanıştırması sonucunda küçükken hayal edip durduğum artist olma amacına ulaşarak bazı filimlerde rol alarak oynadım. Ancak üstün başarımı çekemeyen bazı kişilerçe tehdit edilerek, yalnızbiri olmam çevrenin olmayışı nedenleri ile istanbulu terk etmek zorunda kalarakMemleketim olan Antalya Kaş ilçesine dönmek zorunda kaldım.
Bundan sonraki Yaşamım ise: Kaş Adliyesinde 11 sene memurluk yaptıkdan sonra, her alanda genel kültürümün Enternasyonel'in üzerinde olması, İlimsel araştırmalarımla kabuğuna sığmayaçak duruma gelerek yapmış olduğum memurluğu küçük görmeye başladım. Bu zamana kadar okuduğum 1000'i aşkın kitap ile birlikte Dünya üzerinde Yaşamış ve Hala yaşayan devlet ve Uygarlıkların, yönetim ve yaşayış biçimlerini araştırarak Hangi uygarlık ve devletlerin neden daha uzun ve istikrarlı yaşadıkları ve Hangi uygarlıkların daha kısa istikrarsız yaşadıklarını sepep ve sonuçları ile birlikte araştırarak ve bunlardan örnekler çıkararak bir YÖNETİM biçimi ortaya çıkardım. Bu araştırmalarıma Toplu Yaşayan Arılar, Karıncaların bir arada kavgasız nizasız bir BEY'in yani Başkanın yönetme şekli ile insanlardan daha güzel ve demokratik biçimde yaşayışlarını inçeleyerek geliştirdim.
Bu nedenle Türkiyemizin yönetme biçimlerinen katkıda olacağımı kendimdehissederek 1995 genel seçimlerinde milletvekili adaylığımı koydum ancak maddiyetsizlik nedeniyle kaybettim. Bu arada Avrupa'ya nazaran Türkiyede paran varsa varsın Paran olmassa Ne kadar akılı olursan ol ne kadar bilgili olursan ol Sen de yoksun paralasını anladım. Bundan Sonra Yine Kendi imkanlarımla Güzel Türkiyemizin Her bir Yanını Evliya Çelebi misali adım adım gezerek Yörelerdeki Toplumların Yaşayış ve Kültürlerini, Ayrıca anadoludaki yaşamış olan uygarlıkların bu güne dek bıraktıkları kültürü ve yapıtlarını inçeleyerek notlar alıp dökümanlar yaptım. Bu gezi sonuçunda Kendi Kalemimden DERLEDİKLERİM adı altında romanyazmaya başladım hala bu romanı bitirmeye alışıyorum. Bu romanı öyle bir özenlehazırlıyorumki okuyucuların kitabı okudukça bir daha okuyası geleçek şekilde,sürüklenip gideçek şekilde farklı bir yazış biçimde hazırlıyorum. Bu arada senoya yazma çalışmalarımada başladım.
Anadoluda gezdiğim Yerlerdeki bütün belediye çalışmalarını Hoşuma giden Şehirlerin planlarını, Buna ilaveten Güzel görünümlü Avrupa kentlerinin pilan ve yerleşim biçimlerinide inçeleyerek kendimde tam belediye başkanı görevini yapabileçek bir şeylerin oluştuğunu hissederek, yeni kurulacak GÖMBE Beldesinin eşi ve benzerine az rastlanan dünyanın dikkatlerini üzerine çeken, her gün her zaman basın ve Televizyonda bahsedilen şirin ve görkemli bir şehrin temel taşlarını kısa bir zamanda meydana getireçek vasflar sahip olduğuma güvenerek bu beldenin Yani GÖMBE'nin belediye başkanlığına soyundum.
Gömbe halkına şimdiden müjdeler olsun.
Bu fırsatı kaçırmayacak olan gömbe halkıdır.
Sayın Sevgili GÖMBE halkına sesleniyorum bu bir fırsattır.
Bu vasıflara sahip, bu denli akıllı ve kültürlü bir Belediye başkan
adayını Tirilyonlarca para verseniz, veya çok önçeden sipariş etseniz yine bulamazsınız.
İyi düşünülmesi lazım olan bir konu.
Kaş belediye Başkanlığını GÖMBE'ye değiştim.
Yani Kaş'ı GÖMBE'ye feda ettim.
Anlarsanız bu işe giriştim Takdir, ve Düşünme,Karar verme sevgili GÖMBELİLERİNDİR.

9 Nisan 2009 Perşembe

Elektrik kesintisi nedeniyle “Türk demokrasisi” isimli yayınımıza kısa bir ara veriyoruz...

(Post-seçim sendromuna uğrayanlar için alternatif başlık: Ne diye uğraşıyoruz?)

29 Mart akşamı bir TV kanalı sunucusu, seçim programına şu anonsu yaparak ara verdi:
“Ankara ve İstanbul’da yaşanan elektrik kesintileri ve Yüksek Seçim Kurulu’nun sitesinin, fazla veri girişi nedeniyle kilitlenmesi sonucu, veri aktarımı bir süreliğine durdurulmuştur. Bu sebeple verilerimizi güncelleyemiyoruz. Şimdi kısa bir ara veriyoruz, reklamlardan sonra yeniden sizlerle birlikte olacağız.”

Bu esnada İstanbul ve Ankara’da, büyükşehir belediyesi başkanlığı yarışında uzun yıllardır görmediğimiz bir çekişme yaşanıyordu.

Anlaşılan, her ne olduysa yayına verilen arada oldu. Reklamların ardından, bazı bölgelerdeki seçim sandıklarının çalındığına dair haberler yayınlanmaya başlandı. Ankara’daki başkan adayları birer birer kameraların önünde demeçler verdi, hemen hepsi üzüntü ve kaygılarını dile getirdi; cep telefonlarına, sandıklara sahip çıkın tarzında kısa mesajlar gönderildi. İşte o anda tüm Türkiye’nin bir at yarışı izler gibi heyecanla izlediği yerel seçim sonuçları, benim için tüm büyüsünü kaybetti.
Spekülasyonlardaki doğruluk payı nedir; bunun muhakemesini, tüm dünyada toplumlar değil, medya veriyor. Aynen ekranlara yansıtılan oy oranlarında olduğu gibi; seçmeni ekran başına kilitleyerek, gerçekleri tanımlıyor. Bu tanımlamayla birlikte “demokrasi”nin öznesi birey/seçmen, nesneleşiyor ve birey/seyirciye dönüşüyor. Anlıyorum ki demokraside halk son sözü değil, aslında ilk sözü söylüyor. Oylar atıldıktan ve sandıklar kapandıktan sonra demokrasinin çizgisini seçmenler değil, bürokrasi ve medya belirliyor.

Ne tesadüftür ki Marksist ve yapısalcı teorilerde sıkça okuduğum argümanların pratiğe dökülmesi 29 Mart akşamını ve daha da önemlisi, o kısa reklam arasını bekleyecekmiş. YSK’da yaşanan aksaklık, çalındığı söylenen seçim sandıkları ve elektrik kesintileri, Türkiye’de demokrasiye olan inancımı zedelediği kadar, bize sunulan sonuçların gerçekliğini ve demokrasimizin gerçekliğini de sorgulamama sebep oldu. Bir ayağım yere basıyor, hala Türkiye’de demokrasinin karşılaştığı engelleri, sayım sırasındaki güvenlik personeli eksikliğini, kimin daha çok büyükşehir, il ya da ilçe kazandığını önemsiyor, diğer ayağım ise havada, günlük pratikleri umursamaz olmuş, gerçeğin ta kendisini sorguluyor. Yaşadığım kişilik bölünmesini tarif etmek güç – fakat zıtlıklarla betimlendiğinden eminim: modern ve post-modern, toplumcu ve bireyci, duyarlı/sorumlu/politize ve duyarsız/sorumsuz/apolitik.

Eğer ki oy sayımının en kritik anında YSK’nın sistemi çökmemiş ve İstanbul ve Ankara’nın muhtelif semtlerinde elektrikler kesilmemiş olsa, bana sunulan sanal gerçeklik dünyasında biraz olsun “demokratik huzura” erecektim belki de. Şimdi ise kafamda bir değil birçok soru işareti beliriyor. Uyku da fayda etmiyor.

Oyunuzu kullanın. Oy kullanma vatandaşlık görevinin ötesinde hem kendinize hem de topluma karşı olan bir sorumluluğunuzdur… Peki ya bu sorumluluk bilinciyle, bilinçleniyor muyuz yoksa uyutuluyor mu? Oyunuzun çöpe gideceğini, ya da çalınacağını bilseydiniz, baharın habercisi ılık bir Pazar sabahı kahvaltınızı bile etmeden kalkıp sandık başına gider miydiniz? İnançları dahi sorgulayabildiğimiz post-modern dünyada, bir inançlı siz kalır mıydınız?

29 Mart yerel seçimlerinde çalınan sandık, kesilen elektrik değildir, Türk demokrasisidir diyenlerdenseniz; sitemim sandıktan kimin çıktığına, büyükşehir belediyelerini kimin kazandığına değil; zaten bu ülkede A partisi ile B partisi arasında ne fark var ki: benzer söylemler, icraatlar. Fark yaratan (ya da yaratacağına inanılan) partiler ise yüzde 1 bile oy alamıyor. Sitemim oy verilen sandığın kaybolmasına, çalınmasına, oyların karanlığa karışmasına; haykırışım demokratik aksaklığımıza diyenlerdenseniz cevabınız evet olurdu.

Türkiye “bitmiştir”, bu ülkede, ülkeyi de bırakın bu dünyada bana huzur yok, bir simülasyon değil de nedir yaşadığımız bu hayat diyenlerdenseniz ise, cevabınız hayır olurdu. Ya da, cevap bile vermez, çeker giderdiniz.

Her ne kadar çoğumuz gerçek ve doğruların peşinde koşarak günlerimizi geçiriyor olsak da, günün sonunda biz sunulan gerçeklerle yetinmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. 29 Mart akşamı demokratik işleyişe verilen reklam arası da buna güzel bir örnek teşkil ediyor. Anlamların değeri sarsılıyor, inanç ve ahlak sınırları zorlanıyor. İnsanlar fizik ile metafizik arasındaki ince sınırda yürüyor; fakat hiççiliğe teslim olmaktansa, kendilerine sunulan sanal gerçekliğin oyuncuları olmayı yeğliyor.

Öyleyse bırakın, yaratılan sanal gerçeklikte demokrasiyi biraz olsun yaşayabilelim…

2 Nisan 2009 Perşembe

Kemal Kılıçdaroğlu, Quo Vadis or What?

Aytugs adlı yazarımızın açtığı yoldan geçmeye başladık zaten azar azar. Seçimle alakalı yazılar blogda okunabilmekte -gerçi yazılanlar daha ziyade yerel ölçekte yazılmışlar ama bunda herhangi bir be'is de görmüyorum,ne de olsa "yerel" seçimler 2009:)Ben de tüm medyada bolca rastladığımız "Kemal Kılıçdaroğlu ve seçimler" konulu bir yazı yazdım. Buyurunuz...

CHP'nin başına Kılıçdaroğlu geçsin tabi neden olmasın. Facebook'ta bunu amaçlayan bir grup bile kurulmuş geçen günlerde. Arzu eden gruba girip neler olup bittiğine bir bakabilir. Hatta bize ortada dönen komiklikleri aktarabilir -eminim vardır bazı bombalamalar o grupta da.
Ne var ki ben Kemal Kılıçdaroğlu'nun başında olacağı bir CHP'yi Baykal'ın başında olduğu bir CHP'den çok da farklı görmüyorum açıkçası. Baykal'ın emir kullarından birisi olması hasebiyle İstanbul'da Topbaş'ın karşısına aday çıkarılmış, seçim boyunca "organize dürüstlük" temalı posterlerden öte herhangi bir projesini/amelini göremediğim birisi Kemal Kılıçdaroğlu.

Ha Baykal gitsin ve yerine Kemal Bey gelsin, amenna, ama bu CHP'nin yapısal ve uzuun dönemden beri devam eden sorunlarına çözüm olabilir mi?
Neticede ben de Kemal Kılıçdaroğlu'na bastım mührümü bu seçimlerde ama yarın Deniz Baykal çekilse de bir biçimde, kongreler faslından sonra partinin başına Kılıçdaroğlu gelse, genel seçimlerde oyumu partiye gene de vermem. Ki sanıyorum benim gibi düşünen bolca da insan vardır -ha Facebook'ta bir grup açsam "... en az bir milyon kişi bulurum" tarzında, ne kadar kişi toplanır orası ayrı mesele:)

Demeye çalıştığım şey CHP'yi değiştirmek için Kemal Kılıçdaroğlu'nun vesairenin yetmeyeceği. Nitekim hatırlayınız 1999 seçimlerinde baraj altında kalan partinin genel başkanı değişti: Altan Öymen, Tarhan Erdem ikilisi partinin genel başkanlığını yaptılar. Yaptılar da ne oldu? Neticede geldiğimiz nokta yine "aman ha öcü bunlar,bu adamlara gitmesin oylar" temalı kampanyasıyla CHP'de toplanan oylar. Çok merak ediyorum siyaset bilimi terminolojisinde var mı bu tarz bir siyaset:"kerhen politics".

O nedenle aytugs'nin heyecanını anlamakla beraber, ben KK'nin memleket siyasetinde çok da değiştirici, eyleyici bir gücü olduğuna inanmıyorum. Bakın üstelik bugün partisinin sevgili reis-i ebed müddeti Deniz Baykal ne buyurmuş basın toplantısında:
(kendisine soruluyor, KK hakkında genel başkanlık iddiaları/istekleri var, ne dersiniz gibisinden)
"Kendisini BEN bulup siyaset sahnesine getirdim.Başarılı bir arkadaşımızdır.Bizim partimizde sayın Kemal Kılıçdaroğlu gibi çok insan var."

H.B. Kahraman, Demokrasi, Modernite ve Laiklik Üzerine Düşünceler

Türkiye’de siyaset adına yapılan her tartışmanın olmazsa olmazı, laiklik ve demokrasi konusunun açılmasıdır. Fakat bu tartışmaların, çoğu zaman bir temele (altyapı) dayandırılarak yapılmamış olması ve dahası, bu tartışmaların bu türden bir toplumsallık içerisinde vuku bulmaması, gerek laiklik, gerekse demokrasi adına Türk enteljansiyasının pek de kendini geliştirememiş olması gerçeğini ve toplumun duyarsızlığını da ortaya çıkartıyor. Tartışmanın farklı bir boyuta taşınması ise, son on yıllarda yeniden tanımlanmaya çalışılan “modernlik” kavramı ile gerçekleşti. Modernlikten kasıt, salt söylemde kalan muasır medeniyete erişmenin ötesinde, medeniyetin ne olduğunu, neleri gerektirdiğini sorgulayan bir bakış açısını beraberinde getiren, yeni ve farklı bir tanım. (Modern olanın hiçbir zaman ulaşılmış, elde edilmiş olan olmadığını da göz önünde bulundurursak, medeniyet tanımlamamızın da belki de hiçbir zaman erişemeyeceğimiz bir mefhum olduğunu ileri sürebiliriz.) Aslında modernliği bir tanım olarak değerlendirmek de yanlış olur bu görüşe göre çünkü son tartışmalar ışığında modern, değişken ve farklı anlamları barındıran, kendi içinde çatışan bir bütün.

Tartışmalara bu yönünü veren asıl olgu ise, modernliği üreten, yaşatan ve sanırım Türkiye’de mevcudiyetini ciddi bir şekilde sorgulamamız gereken kamusal alan ve bu alanda bulunduğunu varsaydığımız “söyleyen ve eyleyen” bir sivil toplum.

Kamusal alan,“demokratikleşmiş” Batı’da, yarım asrı aşkın bir süredir tartışılıyor. Aslına bakacak olursanız kamusal alanın farklı tezahürlerini Batı’da antik Yunan’ın polis devletlerinde dahi görmek mümkün, fakat modern ve burjuva bir icat olarak kamusal alanın geçmişi iki yüz yıl öncesine, akademyadaki yansımaları ise yarım asır öncesine dayanıyor. Burada teorik bir tartışmaya girmek niyetinde değilim; zaten teorik tartışmaların (Habermas’ın örneğin) de kendine içkin birçok eksiği var. Fakat şu da su götürmez bir gerçek ki, bu tartışmaların Batı toplumlarında uzun yıllardır yapılıyor olması ve Türkiye geneline girmesinin pratikte bir asır öncesine, akademyada ise on-onbeş yıl öncesine dayanması bile başlı başına bize bir şey söylüyor olmalı.

Hasan Bülent Kahraman gibi Türkiye siyaseti ve toplumsal yapısı üzerine kafa yoran hemen herkesin çıkmazını oluşturuyor bu terimler. Hangi laiklik, hangi demokrasi, hangi sivil toplum? Nasıl bir modernlik? Bu ve benzeri sorular artık tek bir yanıtla cevaplanamadığından olsa gerek, farklı cevapları ve yorumlamaları beraberinde getiriyor. Mesela sözü edilen tavuk-yumurta sorusu –demokrasi mi yoksa laiklik mi, hangisi diğerini öncüler?- fevkalade yerinde ve bir o kadar da cevapsız kalmaya mahkûm bir soru bana göre. Çünkü Türkiye örneğinde, bırakın yazılıp çizilenleri, sadece sokaklara bir göz atın, miting alanlarına mesela… göreceksiniz ki demokratikleşmeyle laikliğin korunacağını da savunanlar var, bozulacağını da, laiklik ile demokrasinin sağlamlaşacağını da, laikliğin demokrasiyi kısıtlayacağını da. Nesnel bir şekilde söylenenleri irdeleyecek olursanız, aslında argümanların kendi içlerinde tutarlı (ve haklı) yanlarının olduğunu da elbet göreceksiniz.“Tercih” meselesinin (örtünme bir tercih olarak algılandığından) farklı yansımalarının kamuda farklı ve tartışma gerektiren bir yelpazenin kapsamında tartışılıyor olması bile bize yukarıda bahsi geçen sorular silsilesine ne kadar farklı cevaplar verilebileceğinin bir kanıtıdır.

Detaylardan ve teorik tartışmalardan sakınarak söylemek istediğim pek çok şeyi sınırlamak zorunda kalıyorum. Fakat bu tartışmalara ilgi duyanların H.B. Kahraman’ın Agora’dan çıkan son kitabı Türk Siyasetinin Yapısal Analizi’ne bir göz atmasının faydalı olacağını düşünüyorum.

Benim kanaatimce, Türkiye’de bir sivil toplumdan bahsetmek güç... bir sivil toplum kirliliği olduğu ise çok açık. Bu sebeple kamusal alan tanımı yapabilmemiz kolay değil. Daha doğrusu, bu tanımı, biz “sivillerin” yapabilmesi kolay değil. Sivil olduğunu iddia eden pek çok kuruluşun aslında ne şekilde devletle bütünleştiğini ve böylece, devlete karşı/devletten farklı bir söylem üretmektense aynı çarkın suyuyla döndüğünü hepimiz biliyoruz. Sivil toplumun, devletten ayrı bir kamusal alanda, devlete karşı eleştiriler yöneltmekle sorumlu olduğu Türkiye’de unutulan bir nokta. Türkiye bu konuda bir istisna mı? Evet, bana soracak olursanız bir istisna. Dünyanın hiçbir yerinde Habermas’ın tanımladığı bir şekilde, iletişimsel eyleme sadık, ortak rasyonalite ile hareket edebilen bir kamu yoktur, fakat bu ideale yaklaşan demokratik ülkeler ve topluluklar vardır. Türkiye ise, bırakın iletişimsel eylemi, kamusal olanın ne olduğunu bile tanımlamayı başaramamış, modernliğini Baudrillard’ın deyimiyle, “sessiz yığınların gölgesinde” tanımlamış ve tanımlamaya devam eden bir ülke.

Fakat bazı çırpınışlar da yok değil. Modernlik tartışmalarının yeni alanlara kaydırdığı demokrasi ve laiklik terimleri ve bunların sorgulanması ise, belki bize kamusal olanın ne olduğunun farkına varmamız açısından açık (aralık diyelim) bırakılmış bir kapı. Fakat burada asıl ilgi çekici, kapının ardında bizi ne beklendiğini bilmeyişimizin yarattığı heyecan ve tedirginlik. Her değişim gibi bu da haklı bir tedirginliği beraberinde getiriyor: çünkü kamusal alan tanımlanırken, onun ne kadar kapsayıcı olacağını, yani bir nevi sınırlarını sivil toplum çizer. Türkiye’de ise, bu sınırların çizimi hala “sivil” toplumun inisiyatifine bırakılmamış durumda. Bu denkleme bir de “gizli bir ajanda”sı olduğu öngörülen iktidar partisi eklenince, her tartışmanın arkasında bir bit yeniği aramak mümkün.

Bu sebeple, demokrasi olmadan laiklik olmaz diyenler de, laiklik olmadan demokratikleşme yaşanmaz diyenler de kendince haklı. Sanırım toplum, aynı iş dünyası gibi, risk almanın daha büyük yükümlülükleri beraber getirdiği bir alan. Fakat nasıl ki iş hayatında belirli bir risk almadan bir yerlere gelinemiyor, toplumda da değişimin gerçekleşmesi için bilinmezlikte gezinmek, ne kadar öngörülü olduğumuzu düşünsek de risk almak şart. Tabii her şeyi şansa bırakacak da değiliz. Bu süreçte yapabileceğimiz en iyi şey, şayet toplum içinde farklılıklara değer veren bir birey/topluluk isek, kendimizi eylemlerimiz ve söylemlerimiz ile görünür kılmamız. Tabii bunu yaparken sivil toplumun sivilliğine olan inancımızı yitirmememiz gerekiyor; aksi takdirde Türkiye’de sivilleşme uğruna, bir kamusal alan yaratma uğruna yapılan çabaların boşa gideceği inancındayım.